
Ben Zeliha. On iki yıllık sınıf öğretmeniyim. Bu yıl ikinci sınıfları okutuyorum. Otuz öğrencim var. Ekim ayında bir pazar, bir veli toplantısı günü bugün. Öğrencilerimin anneleri, babaları benimle konuşup, çocuklarının durumunu öğrenmek üzere gelecekler. Sosyal ve ekonomik profilleri yüksek aileler genellikle. Hepsi kendine güvenen, bilinçli ve titiz ebeveynler. Çocuklarımın hepsini tanıyorum. Aile yapıları kadar, kişiliklerini, huylarını, arkadaşlıklarını, kapasitelerini, düzeylerini, yeteneklerini biliyorum, gelişmelerini takip ediyor ve mesleğimi ciddiyetle yapıyorum. Öğrencilerimle ilgili notlarımı almışım. Velileri sırayla kabul ediyorum sınıfa. İşimi iyi ve hassasiyetle yaptığımı, çocuklarına değer verdiğimi biliyorlar ve söylediklerimi dikkate alacak kadar güveniyorlar bana.
Son veli görüşmesini yapacağım artık. İçeri şık giyimli bir kadın giriyor. Onunla birlikte içeri giren karanlık bir gölge var sanki içimi huzursuz eden. Masaya yaklaşıp kendini tanıtıyor “Ben Selen’in annesi Sun” diyor. Karşıma oturan kadının gözlerine bakıyorum. Şimdiye dek hayatımda duyduğum, tanıdığım tek bir “Sun” var. Çok değişmiş ama bakışları tanıdık. Ben onu tanıyorum ama o beni tanımıyor. Demek Selen’in annesiymiş; çocuğun anne babasının ayrı olduğunu ve önceki toplantılara babasının geldiğini hatırlıyorum. Sun ile bu ilk karşılaşmamız. Benim hiç unutamadığım “o olay”dan sonra…
Babam inşaat işçisiydi benim. Ben beş yaşındayken bir iş kazasında öldü. Annemle ikimiz yapayalnız kaldık koca şehirde. Annem, aynı işi yapan komşumuzun tavsiyesiyle evlere temizliğe gitmeye başladı. Beni evde yalnız bırakamadığından yanında götürürdü çekinerek ve ev sahiplerinden mahcup bir şekilde özür dileyerek. Bana sıkıca tembihte bulunurdu: “Zeliha’m, hiç ortalıklarda dolaşma, hiç bir şey isteme, dikkat çekme, yanımdan hiç ayrılma emi benim güzel kızım” diyerek. Ben de ürkek bir halde annemin iş yaptığı mekanın bir köşesinde oturur, elimdeki bez bebeğimle oynardım sessizce. Kara gözlü, kara saçlı, dudağının kenarında küçük bir beni olan sevimli ve uslu bir çocuktum. Bazı ev sahipleri sıcak davranırlar, saçımı okşarlar, ikramlarda bulunurlardı. Bazıları ise annemin işe yanında çocuğuyla gelmesinden hoşlanmadıklarını hissettirirlerdi. Ama çaresizdik.
Annemin haftada bir temizliğe gittiği bir ev vardı. İki katlı, bahçeli, çok odalı bir villaydı. Evin beyi doktordu, hanımı da evde çalışan bir yazardı. Evin hanımı ilgilenmezdi bizimle, genelde odasına kapanır çalışırdı. Ailenin 10 yaşlarında bir kızları vardı; okuldan geldiğinde çoğunlukla yanında arkadaşları olurdu. Beraberce yerler, içerler, bağırarak konuşurlar, oynarlar, eğlenirlerdi. Çocuksu merakımla onları izlerdim; kıyafetleri, saçları, konuşmaları, dinledikleri müzikler değişik gelir, ilgimi çekerdi.
Yine böyle evin kızının, yanında bir arkadaşıyla eve gelip, odalarında müzik dinledikleri bir gün, fark edildim. Kapıdan onlara bakıyordum ki, kızlar beni görüp odaya yanlarına çağırdılar. Dört beş yaş büyük olmanın havası ve hissettirdiği bir üstünlük edasıyla “ufaklık adın ne senin bakalım” diye soru soran sese “Zeliha” diye cevap verdim utanarak. “Ben de Sun” dedi evin kızı, “bu da Ayla” diyerek suratında küçümser bir ifade olan arkadaşını tanıttı. Yüzüme bakmadan “oturabilirsin istersen; bak bisküvi de var, yiyebilirsin ” diyerek umursamaz bir tavırla masadaki atıştırmalıkları gösterdi. Sonra da kendi ergen muhabbetlerine dönüp, beni yok saydılar. Ben de hem bisküvi yedim, hem de odayı inceledim. Raflarda çeşit çeşit oyuncaklar, kitaplıktaki sıra sıra kitaplar, çalışma masasındaki renkli kalemler, defterler, aynanın önünde de türlü süsler, takılar vardı. Başka bir dünyada gibi hissetmiş, orada olmaktan sevinç duymuştum. Bir süre daha gülüp eğlenip, şarkılar söylediler, sonra da “biz bahçeye çıkıyoruz” diyerek beni orada bırakıp odayı terk ettiler. Ben de onların arkasından annemin yanına döndüm.
İki gün sonra Sun’un annesiyle babasının bizim evimize geldiğini, sert ve tehditkar bir tonla annemle konuştuklarını, onlar gittikten sonra annemin ağlayarak evin altını üstüne getirdiğini ve beni karşısına alıp ciddi bir tonda konuştuğunu hatırlıyorum:”Zeliha hani geçen gün işe gittiğimiz villadayken, Sun ablanın odasından bir şey aldın mı kızım? Sun ablanın altın bileziği kaybolmuş, sen aldıysan söyle bak, hiç kızmayacağım. Sen gördün mü, aldın mı ha yavrum?” diye defalarca sordu bana. Soruları önce yumuşak, sonra kızgın, sonra kırgın ve üzgün bir hal aldı. Ben bileziği almadığımı söylemiş ve olayın ciddiyetini o an için çok anlamasam da çok korkmuştum. O gece annem de ben de farklı duygularla ağladık durduk.
Ertesi sabah yüzleşmek ve masumiyetimizi ifade etmek üzere annemle el ele o eve gittik yeniden. Ailenin karşısında dikilirken ve üçünün de suçlayıcı gözleri üzerimizdeyken, Sun histerik bir halde, beni işaret ediyor “odama gelmişti, onu orda yalnız bırakmıştık. Kesin bileziğimi bu aldı” diyerek beni hırsızlıkla suçluyordu. Onun o ateş saçan gözlerini hiçbir zaman unutmadım. Ben “ben almadım” diye ağlarken, annem de bu haksız suçlamalar karşısında kızgın, üzgün ve o denli de gururlu bir tavırla beni savunuyordu. O gün, sert bir şekilde kovulduk o evden.
Sonrasında konu komşu arasında bu olayın dedikodusu yayıldı. Annem iş bulamadı, zor duruma düştük ve çaresizce ücra bir köyde yaşayan dedemle babaannemin yanına taşınmak zorunda kaldık. Mahrumiyet ve baskı dolu sıkıntılı yıllardı. İlkokulu köyde okudum. Büyüdükçe belleğimdeki iz kapanacağına derinleşti sanki. Yaşadığımız olayın anlamını kavramaya, üstüme yapıştırdıkları hırsız damgasının ağırlığını daha çok hissetmeye başladım. Çok hırslıydım, çok çalıştım, burslar elde ettim, yatılı okullarda okudum. Üniversiteyi kazandım ve öğretmen oldum. Annemle şehirde mütevazi bir yaşam kurduk kendimize. Çocukluğumun travması, iftiraya uğramış olmanın isyanı, derinlerimde yaşamaya devam etti. Yetişkin bir birey olmama rağmen, sanki herkes bana suçluymuşum gibi bakıyor hissini hiç atamamış, hep savunma içgüdüsüyle yaşamıştım. Samimi arkadaşlıklar kuramamış, sevgi ve güvene dayalı hiç bir ilişkiye fırsat vermemiştim.
Öğretmen olmam da benim için çok anlamlıydı. O yedi-on iki yaş grubundaki çocuklar okumayı, yazmayı, matematiği, doğayı ve daha birçok bilgiyi öğreneceklerdi elbet, ama yalan söylememeyi, iftira atmamayı, dürüst, merhametli, adaletli olmayı, sevgiyi, saygıyı, emeği, fedakarlığı, empatiyi de öğrenmelilerdi ahlaklı bir insan olmak için. Sun bunların o zamanlar ne kadar farkındaydı bilmiyorum; ama kızı Selen, bir eğitimci olarak benim ellerimdeydi şimdi ve yanlışla doğruyu ayırt etmeyi öğretmeliydim ona ve tüm çocuklarıma.
Sun’un gözlerine takılıp kaldığım o kısacık duraklama anında, 28 yıl öncesine dönmüş, o evin salonunda annesinin eline sıkıca sarılıp paramparça kalbiyle “ben almadım” diye ağlayan, altı yaşındaki küçük Zeliha olmuştum.
Çabucak topluyorum kendimi, yine öğretmen Zeliha oluyorum. Selen’in durumundan, matematikteki eksiklerinden ama arkadaşlarıyla iyi geçinen, uyumlu bir çocuk olduğundan bahsediyoruz. Konuşmamız bittiğinde Sun teşekkür ederek kalkıyor vedalaşarak kapıya yöneliyor. Tam kapıdan çıkarken dönüyor geriye. “O bileziği arkadaşım Ayla’nın aldığını öğrendim bir zaman sonra. Sizi aradık ama gitmiştiniz. Çok üzgünüm Zeliha. Epey değişmişsin ama zihnimdeki resmin o kadar canlı ki, göz göze geldiğimizde tanıdım seni. Sen de beni tanıdın biliyorum, iç çatışmalarını hissettim konuşurken. Ben hep pişmanlıkla andım o günü. Emin olmadan suçlamak size büyük haksızlıktı. Umarım affedersin beni ve ailemi. Selen farklı, duyarlı bir çocuk. Senin gibi bir öğretmeni olduğu için de çok şanslı.” diyerek ve yavaşça kapıyı arkasından kapatarak çıkıyor sınıftan. Kalakalıyorum o masada. Karmaşık duygular içindeyim. Yıllar sonra beraat kararını duyan bir zanlı gibiyim. Ruhumdaki ağırlık kalkmış, hafiflemiş, ferahlamış hissediyorum kendimi. Annemle benim yaşadığımız sıkıntılı yılların, yaralı gönüllerimizin telafisi olur mu bilmiyorum ama aldığım derin bir nefesle iyileşmeye başladığımı biliyorum içten içe. Eve doğru yürürken, anneme anlatacaklarımı düşünerek sabırsızlanıyor, adımlarımı sıklaştırıyorum. Sabahtan beri kapalı olan havada, akşam güneşi gösteriyor kendini; sanki göz kırpıyor bana bulutların arasından ve ben yıllardır ilk kez gerçek bir huzurla gülümsüyorum hayata.
Bir cevap yazın