
Edebiyatın en eski ve en garip misafirlerinden kurbağalar, bilgelik, şans, saflık, yalnızlık ve dönüşüm gibi kavramlar için metafor olarak kullanılmış; çok yönlülükleri sayesinde hem bireysel hem de toplumsal hikâyelere farklı anlam katmanları eklemiştir. Bu nedenle edebiyatta neyi temsil ettikleri, yer aldıkları duruma ve bağlama göre farklılık gösterir.
Edip Cansever’in Çağrılmayan Yakup’unda yankılanan kurbağalarla Sabahattin Ali’nin Kurbağaya Mersiye’sindeki kurbağa, iki ayrı dünyanın ucunda salınır: biri karanlık ve sessiz bir içe kapanışı, diğeri ise insanın duygusal ve ruhsal yolculuğunda geçirdiği dönüşümü anlatır.
“Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup
Bunu kendine üç kere söyledi
Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar
O kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım
Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli
Daha hiç çağrılmadım
Biri olsun “Yakup!” diye seslenmedi hiç
Yakup!
…
Evet, kurbağalara bakmaktan geliyorum
Sanki böyle niye ben oradan geliyorum
Telaşlı, aç gözlü kurbağalara
Bakmaktan
Bilmiyorum”
-Edip Cansever, Çağrılmayan Yakup
Freud ve Jung ekolünden gelen yorumculara göre kurbağa, insanın içsel gelişimini ve kabul etmek istemediği ilkel yönlerini: içgüdülerini, korkularını, arzularını temsil eder. Benzer şekilde, Cansever’in kurbağaları da, çağrılmamış bir hayatın içinden seslenir. Ne bir kahramanlıkları vardır, ne de bir beklentileri. Dünyanın herhangi bir unutulmuş bataklığında, kaderine razı bir varoluşun temsilcileridirler. Ses çıkarsalar da kimse duymaz, hatta duyanlar bile duymak istemez… Çünkü onların sesi, insanın yüzleşmek istemediği gölge yanının sesidir. Boşluğa, yabancılığa ve kimliksizliğe aittir.
Şairin “kurbağalara bakmaktan geliyorum” diyen Yakup’u, yalnızlığı ve çağrılmamışlığı için bu hayvanlara yönelir; çünkü kurbağalar, hem çokturlar hem de kimliksiz bir kalabalığı temsil ederler. Onların “telaşlı” ve “aç gözlü” hâlleri, bireyin kendisini çevreleyen dünyanın yüzeyselliğini, belki de anlamsızlığını yansıtır.
Adı hiç çağrılmamış Yakup’un sesi, kendi içinden başka hiçbir yerden yankılanmazken, kurbağalar gürültüleriyle varlıklarını ilan ederler. Böylece, Yakup’un içerlediği varoluşsal yalnızlığına zıt bir kollektif bilincin metaforu hâline gelirler.
Oysa Sabahattin Ali’nin mersiyesi ilk bakışta bir kurbağanın ölümü üzerinden anlatılan hafif alaycı, ironik bir ağıt gibi görünse de derinlemesine bakıldığında; kırılganlık, sanatçının yalnızlığı, aşkın sahteliği ve yaşamın trajikomik doğasına dair katmanlı bir anlatı sunar. S. Ali, sevgilisine şöyle seslenir:
“Sevgilim! Bak bu gece
Kırık kalbine, ince
Bir ok saplı kurbağa
Ölüvermiş gizlice…
Benzi aydan da sarı
Görmeden bak, ilk karı
Dudakları kitlendi
Suya düştü kitarı
Yıllarca vaklamıştı,
Neler araklamıştı
Öteki şairlerden,
Aşkını saklamıştı
Boyundan büyük sazı
Mest etmişti bin kazı
Dayandı her kahra da
Çekemedi son nazı
Daha pek genç yaşında
Bin dert vardı başında
Kitarası kırıldı
Kendi mezar taşında
Çık onu ez sevgilim!
Üstünde gez sevgilim!
Ayağın kirlenirse
İşte bir bez sevgilim!”
-Sabahattin Ali, Kurbağaya Mersiye
Bu mersiyede kurbağa, bir hayvan figürü olmanın ötesine geçerek şairin, hatta her “hassas ruhun” temsilcisi hâline gelir. S. Ali, Nahid Hanım’a olan aşkında yaşadığı dönüşümü, kurbağanın geçirdiği metamorfoz üzerinden anlatır. Yani, kurbağa aşk sancısıyla biçim değiştiren varoluşsal bir figürdür.
Her şey, suyun içindeki yumurtalardan çıkan iribaşların, solungaçlarıyla nefes alarak yaşam döngüsüne adım atmalarıyla başlar. Şiirin ilk dörtlüğünde, aşk acısı çeken birey, tıpkı iribaşlar gibi, sancılı bir dönüşümün eşiğindedir. Yaşadığı aşk, aşka olan inancını öldürmüştür.
Takip eden dörtlükler, iribaşların yalnızca suda yaşayabildiği dönemi yansıtır; yani, âşığın duygusal savrulmalarının belirginleştiği evreyi. Tıpkı iribaşların büyürken bacaklarının çıkması, kuyruklarının kısalması ve akciğerlerinin gelişmeye başlaması gibi, âşık da bu süreçte hem bedensel hem de duygusal bir değişim geçirir. Kendini ifade edememeye başlar. Sözler biter, sesler eksilir. Ve kendi dünyasına çekilir.
Beşinci dörtlük, dönüşüm sürecinin tamamlandığı noktadır. Kurbağanın artık hem karada hem de suya yakın yaşaması gibi, âşık da aşk deneyimiyle yoğrulmuştur. Son dörtlükte ise, yetişkin kurbağaların çiftleşme zamanında yeniden suya dönmesiyle birlikte âşık yaşadığı yıkımdan geriye kalan kırık benliğiyle yeniden dış dünyaya döner. Bu, hem fiziksel hem duygusal anlamda tamamlanmış bir döngünün; yeniden doğuşun anlatımıdır. Artık her şeyi kabullenerek yeni bir aşka yelken açmaya hazırdır; çünkü o, kişiye değil aşkın kendisine âşıktır.
Cansever’de kurtuluş bir illüzyonken S. Ali’de evrilen bir kabulleniştir. Kendimizi bazen bir bataklığın sessizliğinde unuturken, bazen de bir dönüşüm sancısının eşiğinde buluruz. Cansever’in kurbağaları gibi çağrılmadığımızı hisseder, dünyanın sesine karşı susarız, ama yine de S. Ali’nin kurbağası gibi, kırık bir melodinin içinden geçerek olgunlaşırız.
Öte yandan, kurbağalar hayatımıza yalnızca şiirle ya da büyük edebi eserlerle girmezler. Aslında duyduğumuz ilk seslerden biri kurbağanın “vırak”ıdır. Onlara erken yaşlarda rastlamamız ise tesadüf değildir. Masallarda ve fabllarda hayvanların tercih edilmesi, anlatının evrensel ve sezgisel boyutunu güçlendirir. İnsan, kendi duygularıyla yüzleşmekten kaçınırken; onları tilkinin kurnazlığında, karganın uyanıklığında, kaplumbağanın sabrında ya da kurbağanın hakikatında tanımaya daha isteklidir.
Çünkü utanç verici ya da tabu sayılan davranışlar – açgözlülük, şiddet, tembellik, hile gibi – hayvanlar aracılığıyla ele alındığında, sosyal normların dolaylı biçimde eleştirisine olanak tanır. Bu sayede mesajlar masumlaşır ve konu, doğrudan ideolojik tartışmaya dönüşmeden yumuşatılmış olur.
Örneğin Grimm Kardeşler’in Kurbağa Prens masalındaki kurbağanın hayalleri vardır. O da yalnızdır, ama yalnızlığının içinde umut taşır. Görünüşünün ardında gizlenen bir hakikate sahiptir: Sevgiyle, sadakatle ve bir öpücükle özüne döneceğine inanır.
“Prenses, ormanda altın topuyla oynarken topunu bir kuyuya düşürür. Ağlamaya başlayınca, yakınlardaki bir kurbağa onu duyar ve topunu geri getirmeyi teklif eder. Ama karşılığında, prensesin onunla arkadaşlık yapmasını, birlikte vakit geçirmesini ister. Prenses teklifi kabul eder ama sözünü tutmak gibi bir niyeti de yoktur. Topunu alır almaz doğru saraya döner. Ertesi gün kurbağa saraya gelir ve sözünü hatırlatır. Kral, prensesin verdiği sözü tutması gerektiğini söyler. Bunun üzerine prenses, kurbağayla aynı sofraya oturur ve onun altın tabağından yemesine izin verir. Sonra kurbağa, prensesin yatağında uyumak ister. İğrenmesine rağmen prenses onu odasına çıkarır ve yastığının üstüne fırlatır. Ancak kurbağa bu kez de prensesten iyi geceler öpücüğü ister. Prenses, artık o kadar usanır ki tartışmaya girmeden kurbağanın ıslak kafasına bir öpücük kondurur. Ertesi sabah, prenses uyandığında, kurbağanın hâlâ uyuduğunu görür ve dayanamayarak, uyanması için hızlıca iter. Yastıktan kayıp yere düşen siğilli kurbağa, taş zemine değdiği anda küçük bir prens hâline gelir. Prensesin verdiği sözleri tutması, ormandaki kötü kalpli cadının yaptığı büyüyü bozar. Ve büyüdüklerinde evlenip sonsuza dek mutlu yaşarlar.”
Masaldaki kurbağa, ilk bakışta sıradan bir hayvan gibi görünse de, prensesle kurduğu ilişki üzerinden toplumun önyargılarını, sınıfsal ayrımları ve dış görünüşe dayalı yargı mekanizmalarını hicveder. Kurbağa, toplumun aşağıladı bir figürdür. Oysa görünen her zaman gerçek değildir. Masal bu yönüyle “Toplum, neden içsel değeri tanımaz?” sorusunu yöneltir. Cevap, yine metamorfozda gizlidir. Gerçek değer, kurbağa hâlindeyken de vardır; fakat biçim, unvan, soy ya da estetik gibi toplumsal normlar değişmeden bu değer maalesef görünmez. Çünkü değer, algıda şekillenir.
Üstelik prenses, kurbağaya verdiği sözü de tutmaz. Tam da burada hiciv yeniden devreye girer: Toplumsal hiyerarşinin alt katmanlara verdiği sözleri nasıl kolayca unuttuğuna, onları nasıl görmezden geldiğine dair sert bir eleştiri yükseltir.
Jungiyen okuma, bu anlatıya daha derin bir katman kazandırır. Prensesin kurbağayı tiksintiyle reddetmesi, aslında kendisiyle yüzleşmekten kaçışıdır. Kurbağa, burada prensesin gölge arketipidir ve Jung’a göre gölge, bireyleşme sürecinin ilk adımıdır. Prensesin kurbağaya temas edebilmesi ise bastırdığı, inkâr ettiği, çirkin ya da kabul edilemez bulduğu yönleriyle yüzleşmesini ve benliğini bütünlemesini simgeler. Kurbağa, dışlanmış olandan ziyade bastırılmış olanı temsil eder. Ve içsel değer, ancak bu kabul süreciyle açığa çıkar.
La Fontaine’in Kurbağa ve Öküz fablı, kurbağayı bambaşka bir açıdan ele alır. Bu kez, kendini başkalarıyla kıyaslama ve haddini bilmeme temaları ön plandadır. Küçük bir kurbağa, çayırda gördüğü koca öküzü kıskanır; onun gibi iri olmak ister. Bu arzuyla şişmeye başlar, şiştikçe daha da büyüdüğünü sanır. Ancak gerçekler bambaşkadır: büyüklüğe özenmenin, kendini zorlama pahasına başkası gibi olmaya çalışmanın sonucu, trajik bir patlamadır. Kurbağa sonunda kendini şişire şişire parçalanır.
(La Fontaine’den esinlenerek)
“Bir gün küçük bir kurbağa,
Koskocaman bir öküz görür çayırda.
İri mi iri öküz, otlanır ortalıkta,
Kurbağa minicik olduğundan
Kıskanıp başlar vıraklamaya.
Bir yaprağın üstüne çıkıp,
Büyüklenir hoplaya zıplaya.
Sorar: “Nedir ki büyümek?
Mühim olan, nasıl şişeceğini bilmek.”
Derin bir nefes alıp övünerek,
Başlar şişmeye gerinerek…
Döner, sorar: “Oldu mu?” diye.
“Hayır,” der arkadaşı kurbağa,
Sonra da ekler: “Büyümen gerek daha.”
Durur mu bizimki hırsından?
Bir nefes daha alınca, ter boşalır sırtından.
Seslenir, “Peki ya şimdi nasılım, desene?”
“Yanından geçemedin bile!”
Bu kez başlar tekrar denemeye.
Öyle bir şişer ki,
Bom! diye patlayarak düşer yere.
Dünya böyledir işte:
Kimileri, bilmeden haddini,
Böbürlenir boş yere.”
Fabl, ilk bakışta kıskanç bir kurbağanın hazin öyküsü gibi görünse de, aslında insan doğasına dair derin felsefi sorularla yüzleşmemizi sağlar. Kurbağanın büyüme saplantısı –iri bir öküzü– kendine model almasıyla başlar. Çünkü kendini olduğu gibi kabul etmek istemez. Üstelik başka bir kurbağaya “oldu mu?” sorusunu yönelterek, kendini diğerinin ona bakışı üstünden doğrulatmak ister. Lacan’ın deyimiyle bu yaklaşım insanı, arzunun öznesi değil, “başkasının arzusunun nesnesi” hâline getirir. Kurbağa her şişişinde biraz daha kendinden uzaklaşır. Bu noktada, stoacı düşünce devreye girer: dış koşullara bağlı olan mutluluk, benlik algısını engeller. Dolayısıyla kurbağanın büyümek isterken patlaması; varlığının anlamını yanlış yerde aramasından kaynaklanan bir çöküşle sonlanır. Heidegger’in tanımıyla bu durum, toplumsal beklentilere, başkalarının düşüncelerine ve genel normlara göre hareket eden bireyi ifade eden sahici olmayan bir varoluştur!
Bugünün kurbağaları da artık çayırlarda değil Instagram filtrelerinde şişiyor. Mükemmellik arayışı ile kendini yetersiz hisseden insan, her gün başkalarının hayatlarına bakıp, kendi benliğini küçümsüyor. Abartılmış başarılar, kusursuz ciltler, sahte hayatlar… Hepsi “Oldum mu?” sorusunun cevabını arıyor. İnsan sanal bir bataklıkta vıraklayıp duruyor, ama gerçekte kimse birbirini duymuyor.
Bu noktada, lisede mantık dersinde öğrendiğim zincirleme nedensellik ilkesini hatırlıyorum: “Bir çivi bir atı kurtarır, bir at bir askeri kurtarır, bir asker bir orduyu kurtarır, bir ordu bir ülkeyi kurtarır; yani bir çivi, bir ülkeyi kurtarır.” Basit bir öğenin, karmaşık yapılar içinde dönüştürücü bir etkisi olabileceğini vurgulayan bu anlatı biçimi, kurbağaların edebi ve düşünsel temsili açısından da anlamlıdır.
Spinoza, evrende her şeyin Tanrı’nın zorunlu doğasından çıktığını, bu yüzden hiçbir şeyin rastlantısal olmadığını savunur. Bu açıdan bakıldığında, edebiyattaki kurbağa figürü, yalnızca kendi başına bir sembol değil, onun arkasındaki davranışların, arzuların, yasakların ve dönüşümlerin bir sonucu olarak belirir. Edip Cansever’de içsel boşluk bir yoksunluk değil, geçmişte tüketilmiş anlamların izidir; Sabahattin Ali’de bastırılan her duygu, zamanla yeniden doğuşa evrilir; Grimm Kardeşler masalında kibirli toplumsal yapılar, görünüşe göre değersiz olanı dışlar, ama bu dışlama prensesin de dönüşümüne yol açar; La Fontaine’de ise kıskançlıkla şişen kurbağa, kendi sınırlarını bilmeden yok oluşunu hazırlar. Küçük, hatta önemsiz gibi görünen bir varlık, insanın en derin hakikatlerine açılan kapı hâline gelir. Dönüşüm her yerdedir; ve kurbağalar, bu dönüşümün en veciz, en kadim metaforlarından biridir.
Bir cevap yazın