
Ece Gürel’in anısına…
Günün yorgunluğunu üzerimden silkip attım. Sıcak suyun iliklerime kadar işlemesi için duşta oyalanırken, kasılan bedenimdeki tüm kasların yavaş yavaş gevşediğini hissetmek iyi geldi. Pijamama kavuşmanın verdiği huzurla kendimi bir an önce yatağa atabilmek için saçlarımı kurutmayı es geçip havluyla alelade sardım. Sabah çitişmiş saçlarımı taramak için uzun bir mesai harcamam gerekecekti ama bunu umursayamayacak kadar yorgundum.
Yatak örtüsünün yumuşacık dokusunun beni ana kucağı gibi sarıp sarmalaması, bedenimi ısıtması şu an en çok ihtiyacım olan şeydi. Eşimle aramızda soğuk rüzgarlar esiyordu. İş yerindeki huzursuzluk ilişkimize de sirayet etmişti. Hem bedenim hem ruhum iflasın eşiğindeydi ama o, biraz daha dayanmam konusunda ısrarcıydı. Benim iyiliğimi düşünüyordu, biliyorum, ama ben “yangın var!” deyip en yakın çıkıştan koşarak, arkama bakmadan kaçmak istiyordum bu kurumsal hayattan.
Onun için imzaladım o lanet olası kağıdı bugün. Tazminatımı yakmam nedeniyle telefonda tartışmıştık. Şimdi ayrı odalarda, ilk kim kimin gönlünü almaya yeltenecek diye düşünüp duruyorduk. O da mesaiden gelmişti; benim gönlümü almaya çalışacak hali yoktu besbelli.
Yatakta bir o yana bir bu yana dönüp dururken gözlerim geceye meydan okuyor, kapanmamakta direniyordu. Sonunda bir meditasyon kaydı açtım. Kayıttaki ses, rahat bir uyku için çocukluk anılarıma dalmamı öğütlüyordu. Ne de olsa en mutlu olduğumuz anlar orada saklıydı.
Nefesim bir an kesilir gibi oldu. Ne çok hayaller kurardım çocukken! Büyüdüğümde ne olacağıma karar vermek, en çok zorlandığım konuydu. Galiba her şeyden biraz nasibimi almak istiyordum. Bunun için yıllarca çabaladım. Belki de ondandı tüm hayal kırıklıklarım.
Hatıralar canlanmaya başladı zihnimde. Orman tıpkı eskisi gibi sevgiyle kucaklayıp bağrına basmak için çağırıyordu beni yine. Çocukken her Pazar Belgrad Ormanı’na pikniğe giderdik. Tek tek ağaçlara sarılır, karıncaları yuvalarına kadar takip ederdim. Göletteki kımıl kımıl kurbağa larvalarının suyun için telaşla süzülüşleri dün gibi aklımda. Burnuma kuru köfte ve haşlanmış yumurta kokusu geldi bir an. Babamın sesi yankılandı kulaklarımda:
“Hadi, geç oldu, dönelim.”
“Ne olur baba, biraz daha kalalım.”
“Hava kararacak. Haftaya yine geliriz.”
“Söz mü?”
“Söz.”
Babam verdiği sözü tutar, kar kış demeden bizi yine ormana götürürdü. Hafta sonunu iple çekerdim. İçimdeki çocuğu epeyce ihmal etmişim. O çocuksu mutluluğu ne çok özlemişim meğer.
Yarın ilk iş ormana gideceğim. Ofisin soğuk, mekanik, bunaltıcı havasından sonra biraz nefes almaya ihtiyacım var.
Gözlerim sonunda uykuya teslim. İçimde garip bir huzur…
…
Kulaklarımda kuş cıvıltılarıyla uyandım o sabah.
Apar topar çıktım evden. Koşa koşa gittim otobüs durağına. İçim içime sığmıyordu. Toprağa ayak basınca tüm dertlerim bir toz bulutuna dönüşüp uzaklaştı, sonra da kayboldu tümden.
Kendi doğamdan ayrı düşmüş; çatışmaların ve çekişmelerin arasında bitap düşmüştüm onca zaman. Oysa ait olduğum yer tam da burasıydı.
Kendi mesleğimi yapabilseydim keşke…
Çocukluğumda hep yaptığım gibi bir macera yürüyüşüne çıkmaya karar verdim. Patikayı bırakıp ağaçların arasına daldım, ormanın derinliklerine doğru ilerlerken içimde tatlı bir telaş. Ağaçların çoğu yapraklarını dökmüş, çırılçıplak kalmıştı. Her şeye rağmen dimdik duruşları bana bir ders vermek istiyordu sanki.
“Her kış biter. Sonra yine gelir bahar. Ve biz, bıkıp usanmadan, yeniden canlanırız…”
Belki benim ihtiyacım olan da buydu: kendi baharımı beklemek ve yenilenmek.
Ofistekiler geldi aklıma bir an. Elimle sinek kovar gibi uzaklaştırmak istiyordum tüm sevimsiz kareleri zihnimden. Yarın sabah onların yüzünü görmeyeceğim için kendimi bir yandan şanslı hissediyor, bir yandan da böyle fütursuzca hakkımın yenmesinin burukluğunu yaşıyordum.
Birden karanlık çöktü üzerime. Hayır, hava karardı. Kaç saattir yürüyordum kim bilir, fark etmeden.
Babamın sesi çınladı kulağımda:
“Akşam olacak az sonra, hadi toparlanın da hava kararmadan bir an önce dönelim.”
“Biraz daha kalamaz mıyız baba?”
“Kalamayız kızım. Ama söz, yine geliriz haftaya.”
Kaybolmuştum.
Patika hangi yöndeydi?
Telaşlandım bir an. Ağaçların arasından süzülen ay ışığında devleşen gölgemden ürküp koşmaya başladım.
Nefes nefese kalınca durakladım bir an.
Etrafa göz gezdirdim. Hangi yöne baksam, birbirine benziyordu. Üstelik o korku ve telaşla montumu bir ağacın altında unutmuştum.
Soğuktan titreyerek ürperdim.
Aydınlığa çıkmak istiyordum bir an önce.
“Açın ışıkları!” diye bağırmak geldi içimden.
Çığlığım içime kaçmıştı sanki.
Yolumu bulmak için şafak sökülene dek bekleyecektim mecbur.
Eşimi aramak istedim, ama… Dedim ya, bozuktu aramız. “Ne işin var orada bu saatte?” diye bana çıkışmasından korktum.
Bir arkadaşıma yazdım: “Kayboldum.”diye.
Sonra da telefonun ekranı gece gibi karardı.
Ve ben, çaresizce olduğum yere çöküverdim.
Savunmasız bedenimi koruma içgüdüsüyle bacaklarımı karnıma çekip dizlerimi sardım sıkıca.
Doğanın seslerini dinliyordum ay ışığında. O an, çocukken korkunca yaptığım gibi gidip annemin koynuna giresim geldi. Annem masal anlatırken sonunu dinleyemeden uykuya dalardım hep.
Birden, ağaçların arasında bir ışık belirdi.
Kibritçi Kız, içimdeki karanlıkla yüzleşebilmem için bana yardım eli uzatıyordu sanki.
Bir kibrit çaktı ve kibritin cılız alevi, içimdeki karanlık köşeleri aydınlattı birden. Çocuksu masumiyetimle kaybolmuş benliğime kavuştuğumu hissettim ve o an fark ettim ki aradığım cevaplar yanı başımdaydı. Yolumu kaybettiğimi sanmıştım ama, kendimi bulmuştum yeniden.
İçimde yaşadığım aydınlanma ile etrafımda her şey değişmeye başladı. O korku, o yalnızlık, yavaşça yerini kabullenmeye ve yeni bir başlangıca bırakıyordu. İçim, affetmenin huzuruyla doldu. Karanlık, sadece geçici bir durumdu ve her gecenin bir şafağı vardı.
Kibritçi Kız, son bir kez kibriti çaktı ve sönmeden önce:
“Bu son kibrit.” dedi.
Ve ben, yeniden doğacağım bahar gelene kadar gözlerimi huzura kapadım.
Bir cevap yazın