O gün şehrin iki ayrı ucunda, aynı gün, kaderlerinin birbirinden çok farklı olması beklenen iki kız çocuğu doğdu. Ayten ve Nurten.
Bebeğin biri ipek ve saten örtüler arasında, hayatın tüm bu curcunasından habersiz büyüdü.
Diğeri ise lime lime paçavralara sarılı olarak yatıp, çöpten yemek toplarken ya da bedenini üç kuruşa şehrin magandalarına satarken, varlığıyla dert getirdiği dilencilerden bir ailesi olmuştu.
Bir Emma Goldman gibi yaşamıştı Ayten.
Hayatını basit, fakat zengin ve derin kılarak, kendi bedeni üzerinde başkalarının iddia ettiği tüm haklara karşı koymuş, istemediği için çocuk yapmamış, her türlü erkin, devletin, kocasının, ailesinin bir kulu olmaya karşı çıkmıştı.
Hayatın bir alanından diğerine husumet ya da engel duygusu olmadan kolayca süzülerek geçişler yapmış, doya doya çıkarmıştı tadını.
Özü saf özgürlük olan bir şeyi özlüyordu Ayten. Tıpkı bilinmeyen ve adı konulmamış bir iyiliğe duyulan kökensel özlem gibi.
Gündelik hayat ve bireysel hayatlar arasındaki büyük dolambaçlar, yeraltı tarihleri vardı şehrin.
Hayat bir yoldu. Bu yol, bu özlem git git bitmez bir uzun fasıldır ki, bir ucundan tutup anlatmaya başladın mı bitmek bilmez bir azap oluyordu.
Fanilerin ömür hesabıyla yola çıkılıyordu yine de. Herkesin tek başına bekleyip, tek başına yürüdüğü ve tek başına öldüğü bir sonsuzluk bozkırında atlar çatlayıp develer susuzluktan ölüyordu vuslata varamadan.
Çünkü daha çok içe doğru bir yolculuktu bu.
Hayatın nice hurda teferruatı arasında
Dünyaya sanki başka başka meçhul varoluşların bilinmez borçlarını ödemeye gelmişti Ayten.
Geçmişte yaşamak dört nala koşan bir at sırtında geriye dönüp ok atmak gibidir. Okun yönü ile atın yönü arasında şimdi denen bir gerilim var ki zamanın hafızasını temsil eden geçmişin cinlerine kafa tutar.
Hayatının çok derin olmayan katmanları arasında anılar gizleniyordu Ayten’in. Hatırlamanın eşikleri arasında saklı insan yüzleri onu duygusal girdaplara sürüklerken güzel bir alan da açıyorlardı.
Şehir o gün balkondan, her damdan sallandırılan rengârenk bayraklar ve ışıklandırmalarla gösterişli bir geçit törenine hazırlanmıştı.
Sahilde martılar uçuşan gagalarıyla havayı yararken sokak lambalarının ışıkları suyun yüzeyinde iplik iplikti.
Romantizmin vecd hallerini bozan bir kadın duruyordu, durağan, bakışları denize dalmış, yapayalnız.
Hayatın vadettiği ütopik mutlakıyetle büyülenmiş bir kalabalık etrafını kuşatmıştı.
Sanki duyargaları vardı saçlarında. Sihirli bir dokunuşla yosunun zümrüdi yeşili gözlerini oyuklarından çıkarmıştı zaman. Ya da bir pencere pervazından uzun bir yola bakmaktan düşmüşlerdi yuvalarından.
Bekleşen kalabalığın içinde aralarında bahse girenler vardı.
Biri, “bu suya kesin atlar” diyordu. Mürekkep yaladığı her halinden belli saçlarını at kuyruğu şeklinde bağlamış bir diğeri, “Bir yere sığmaz ve dinginleşmez varlığının aradığı bir sığınak bulma arzusuyla evet atlar denize. Fakat bir süre sonra deniz kızı olup yeniden dirilir.” diyordu ukalaca. Ardından yanındaki kadın arkadaşına,
“Bir arkadaşım vardı. Amansız bir hastalığa yakalanmıştı. Ağrı kesici ve alkol alışkanlığına bir de yoksulluk eklenince daha büyük acılar içinde sara krizlerine sürüklenmişti. O kadar ki böylesi bir kriz anında çok sevdiği eşine silah bile doğrultup, tek el ateş etmişti. Sonra kah hapis kah akıl hastanesi gibi seçenekler arasında bocalaya bocalaya acılı ve ağır bir hayatın odağında kalmıştı. Sonunda ne mi yaptı? İşte bu kadının biraz sonra yapacağını.”
“Sen bu kadar ayrıntıyı nereden biliyorsun? diye sordu muhtemelen sevgilisi olan kadın.
“Çünkü canına kıydığı günün gecesinde birlikte olmuştuk.” diye yanıtladı kasılarak.
Kadın, “Lanet olsun senin gibi herife.” deyip adamın yanından uzaklaştı. At kuyruklu saçlı adam kadının arkasından seğirtti.
Adam bunları anlatmadan önce de Ayten bir dün darmadağın olacak tekinsiz bir huzur sürdüğünü sezinliyordu.
Ayten bu ufak çaplı şoktan sonra kadına ve etrafındaki kalabalığa dikti gözlerini.
Seyreden kalabalığın bazıları acıklı sahneyi kaydediyorlardı telefonlarıyla.
Ayten’in karşısında aczin insanın içini çizen resmi duruyordu.
Zulme sessiz biçimde de olsa bir biçimde karşı çıkılabileceğini bildikleri halde hiçbir şey yapmadan bekleyen, zorbalık karşısında insanlığını kaybeden insan hallerini resmediyorlardı.
Sert esen zaman rüzgarları, kadını adeta kanatları kırılmış bir deniz kuşuna dönüştürmüştü.
Kadın bir hüzün infilakıyla bağırdı aniden. Anlaşılan bilinçaltının dip sularında büyük bir dalga kabararak yüzeye vurmuştu.
“Canımı al Tanrım!”
Anlaşılan zamanın bir reddediliş noktasında duruyordu.
Arada anlaşılmaz şeyler mırıldanıyor, “Aklımı kaçırdıysam bana göre hava hoş” diyordu. Bu cümleyi sık sık tekrarlıyordu.
Kişisel felaketlerinden ve modern zamanların yıkıcılığından sağ çıkabilmiş bir ağır yaralı olarak görüyordu kendini
Muhtemelen bu kaza sırasında kalp ve ruh gibi önemli uzuvları kötürüm kalmıştı.
Arkadaşlarına, düşmanlarına, meslektaşlarına ve ünlülere dünya görüşünü, çektiği acıları, içinden çıkamadığı sorunları, özlem ve hıncını anlatıp kalbini açmak istemişti zaman zaman. Ama ne masumiyet ne de samimiyet kalmamıştı kimsede. Sırdaş olarak gördüğü insanlara anlattıkları daha sonra kendisine karşı kullanılmıştı. Sözde arkadaşları, akıl sağlığının bozulduğuna dair bir söylenti yaymışlardı.
Nurten kötüleyen ruhsal durumuna müteakip bir büyünün etkisi altına girmişçesine ölen eşine mektup yazmaya başladı. Bu mektuplara cevapları yine kendisi yazıp kendi eliyle posta kutusuna bırakıyordu. Umut ve neşe dolu bu mektupları her okuduğunda çocuksu sevinçler kaplıyordu içini.
Bütün gözlerden uzak bir taşra kasabasına taşındı sonra. Her hareketi göze batıyordu. Taşra hep tutucu olurdu. Yazları hamakta, üstüne paltosunu örterek yatıyordu. Kışları ise, terk edilmiş evlilik yatağında onun kokusuna bulanmış aynı çarşafı bedenine dolayarak.
Evin bahçesi upuzun püsküllü otlar, çekirgeler ve akçaağaç fideleriyle çevriliydi. Geceleyin gözlerini açtığında, minerallerden, ısıdan ve atomlardan oluşan ve aslında ateş topları ve gaz kütleleri olan yıldızlar ona tinsel varlıklar gibi yakın görünürdü. Sabahın beşinde paltosuna sarınmış halde hamakta yatan bir kadın için etkileyici bir manzara olabilirdi bu. Fakat kasabalı için oldukça sürrealist bir manzaraydı.
Bahçeyi çevreleyen duvarların üzerindeki boya pul pul dökülmüştü. Duvarın üzerinde yer yer siyasi içerikli sloganlar göze çarpıyordu.
Bu münzevilik sayılmazsa zihninin bir köşesi hep dış dünyaya açıktı Nurten’in, ta ki sevgili eşini amansız bir hastalıkta kaybedene kadar.
Zihninde yazdığı bir mektup yüzünden heyecanlanmış bir halde posta kutusuna bakarken yağmur oluğu boyunca tünen kuşlara bakıyor, bir gün ya karınlarını doyuracak yiyecek bulamazlarsa diye hüzünleniyordu.
Güzel bir kızdı Nurten. Dilenirken tanışıp evlendiği eşini hüzünle anımsadığı zamanlar dolgun, sessiz dudaklarına doğru bir gölge inerdi. Gölge orada bazen günlerce oyuklanırdı, ta ki posta kutusunda yeni bir mektup bulana kadar.
Mektupları yazarken, gözlerinin etrafında mor halkalar beliriyor, yaptığı işe tamamen gömülüyordu Nurten. Ufak kâğıt parçalarına bastıra bastıra yazıyordu mektuplarını.
Kafası çakıl taşları, çer çöp, kırık kibritler ve her yerden toplanmış cam kırıklarıyla doluydu. Bu yüzden yazdıklarında bir anlam bütünlüğü bulmak olanaksızdı neredeyse.
Başlangıçta yazdıklarında belli bir düzen yoktu, fragmanlardan ibarettiler. Örneğin bir şöyle yazmıştı: “Ölüm-öl-yeniden yaşa-yeniden öl-yaşa. Kimsen yoksa, tek başına yürü, bekle, tek başına kimsesizlik bozkırı yoksa ölüm de yok.”
Anlamsız heceler, ünlemler, çarpıtılmış özdeyiş ve alıntılar veya uzun zaman önce ölmüş olan annesini babası döverken attığı çığlıkları resmeden “ao-iy-aa” gibi heceler olurdu. Akla çok geç gelen karşılıkları olmuştu bu çığlıkların. Komşular ya da polis, aslında hiç kimse duymak istememişti annesinin çığlıklarını.
Nurten’i bir kalabalık kuşatmıştı denize yakın. Seyredenler arasında Ayten de vardı, mutluluk yanılsaması sevgilisiyle.
Hayatın dramasına yakışan bu sahnenin sonunda acaba canına kıyan kimdi?
Bir cevap yazın