Uyku uyanıklık arası dediğimiz saatlerimizde başlıyoruz günün maratonuna.
Her sabah önünde beklediğimiz o durak, biri kovalıyormuş gibi tezgâhına koştuğumuz simitçi, iş yerinin birkaç adım ötesin de ayakta çayını içtiğimiz çay bahçesi, keşke dilleri olsa da konuşabilseler…
Apar topar yenen bir öğle yemeği; oda en ekonomik menü hangisi ise.
Üzerine bir bardak kahve içemeden biten mola. Bir koşuşturmaca, eşyalarını unutma, kızgınlık, hayıflanma…
Sonra hiçbir şey olmamış edası ile yüzüne sabitlenmiş gülümseme ve yeniden sahalara.
Daha günün öğle saatlerinde başlarız ince ince planlara.
İş çıkışı şunu yapsam, şu işimi halletsem, şuraya uğrasam, bir sürü düşünce.
Bazılarımız bir yerlerde bir aktivite yapma tasavvurları kurarken, tabi bunun içinde aybaşı zamanlarına denk geliyor olması lazım. Cebimiz de sıradan deniz kenarı bir kafeteryada cay içmelik üç beş kuruş ya da sinema bileti alacak mevcut akça varsa.
Tabi bir de işin başka bir boyutu var ki, maddi kısmını es geçelim manevi kısmı apayrı bir trajedi.
Kreşten veyahut okuldan alınması gereken çocuk, yapılacak akşam yemeği ve sonrasında gece ortalarına kadar devam eden ev mesaisi.
Bitmek bilmeyen işler, yorgunluk, telaşla içilen bir fincan kahve sonrasında bir gözü açık uyku hali.
Ardından yeni bir gün ve yeni başlangıçlar…
Sanki tüm dünya uyuyor da; sen yarışa çıkıyormuşsun gibi ummalı bir telaş sabahın kör saatlerinde.
Her günün başlangıcında kendi kendine verilen motive dolu öğütler. Zoraki bir gülümseme.
Günümüzün uyku saatleri hariç tüm kısmını iş yerlerin de geçiriyor, şirketlerin zenginliğine zenginlik katmak ve sadece payımıza düşen bütçeye sahip olmak için canla başla çalışıyoruz.
Bizim üstümüz, onun üstü, onun daha üstü böyle sürüp giden bir zincirleme.
Tabi müşteri ve iş arkadaşların da bunun cabası.
İşten çıkıyoruz bedenimizin sevinmesine fırsat vermeden başka bir koşuşturmaca içine sürüklüyoruz kendimizi.
Ucunda büyük bir ödüle koşuyormuş gibi zamanla yarışıyoruz.
Sanki tüm ev ahali hakem, evin kapısı da sınır çizgisiymiş gibi bir hücum bırakıyoruz kendimizi.
Aslına bakacak olursanız insanı yıpratan bunların hiç biri değil biliyor musunuz?
Ne ruhunda taşıdığın bıkkınlık ne de peşinden koşuşturduğun zaman.
Özverimin hiçbir zaman anlaşılmamış olması, işte tam olarak bu.
Ne yazık ki acı bir gerçek, insan olmanın özü sanırım yetemiyoruz.
En çok da kendimize uzak kalıyoruz, hele ki bir de kadınsan.
Bazen “iyi ki geceler var” diye geçiriyorum içimden, tüm kargaşanın ve kalabalığın bir kenara çekildiği.
Sonra alıyorum karşıma karanlığı, dilime pelesenk etmiş cümlelerle,
“bugünün yarını da var”, “buda geçsin”, “ bunu da atlatayım” diye diye bir nefis zapt ediyorum kendi içimde.
Erteliyorum ne varsa…
En son ne zaman vakit ayırdım kendime hatırlayamıyorum.
Perdeleri çekiyorum sonuna kadar, kimse görmesin, kimse bilmesin istiyorum içimi kemiren endişeleri.
Ruhumu kısıyorum her melodiye.
Biliyorum bile isteye çürütüyorum nefsimi
Büyük bir ihtimamla içimde sakladığım çocuğa tıkıyorum kulaklarımı.
En güzel zamanlarım da yükler bırakıyorum sırtıma bir ömür taşıyacağım, fark edebiliyorum.
Bütün korkulara rağmen güneşli günlere dair ümitler biriktiriyorum zamanın her bir köşesinde.
Pes etmek değil de bu içimde derin bir ruhani savaş bitmek bilmeyen.
Sanki itirazım var desem başımı soktuğum şu ev yerle bir olacak ve altında kalacakmışım gibi.
Öğretin istiyorum
Kuştüyü hafiliğinde geceler ağırlamayı…
Öğretin istiyorum
Eli şekerli gündüzler karışılmayı.
Ölüyorum ve ölüyoruz.
Hayır, bu ölüm bir kurşun değil bedenimi parçalayan.
İçimi dağlayan fırtına kör kurşunla diner mi?
Ya topraklarını ellerimle örttüğüm onca duyguların mezarları.
Ruhum ölüyorsa bir et parçası değil midir geriye kalan?
Bilmez misiniz?
Bir kadın asla bir defa ölmez; bin defa doğar bin defa ölür.
Bir cevap yazın