Hafif kıvrımları dışında, dikdörtgen bir çantayı andıran ahşap saatin, yıllar içinde parlaklığını yitirmiş yelkovanı yavaş birkaç adımdan sonra durduğunda saat dört kırkbeş’i gösteriyordu. O an altta ki metalik, kurşuni kadran olağanca hızıyla bir sağa, bir sola gidip, gelmeye başladı. Evet, işte yine gün başlıyordu. İlk, birkaç vuruşun ayıltamadığı Rahmi Dayı, gittikçe artan sese dayanamayıp, karanfil desenli yorganı hızla üstünden attı. Bir süre durup, yorganın, önüne set çektiği serin havanın, üstündeki beyaz içliğin yakasından görülen kıllı göğsüyle buluşmasını izledi. İlk başta yakasından girip göğsünü ferahlatan serinlik yavaş, yavaş bütün vücuduna yayıldı. Adeta yeniden hayat buluyor, rahatlığı da derin soluk alışından belli oluyordu.
Dışarıda, sokağın sağ tarafındaki direkte asılı, lambalar hala yanıyordu. Ve bu madeni, paslı sokak lambasından çıkan ışık, ahşap pencerenin tozlu camlarına kadar yansıyarak, bordo, karanfil desenli, saten perdenin kısa kalıp örtemediği boşluklardan sessizce içeri süzülüyordu. Birden odanın, bu sinsi ışık huzmesiyle, kısmen aydınlanan duvarında, ne başı, ne de kıçı belli olmayan, uzaktan bakıldığında insandansa, daha çok kümese dadanan sinsi bir sansar izlenimi verebilecek bir karaltıdan ibaret, gölgesi beliriverdi Rahmi dayının… Zamanla derinleşip, kırışıklıktan ziyade, iyileşmesi imkânsız bir yara görünümünü almış çizgilerin arasında adeta saklanıp yuva yapmış, bembeyaz tüylerin kendini ele verdiği yaşlı elleri, perdeyi hızla kenara çekip, yaprak desenleriyle bezeli, pencerenin pervazına kondu. Uzaktan belli belirsiz seçilen dağın etekleri, sokak lambasının sarısıyla birleşince yeşili bir başka güzel olan kasımpatılar ve daha niceleri… Hepsi küçücük bir çerçeveye sığdırılmış anılardan ibaret, inatla eskimeyen bir fotoğraf gibi sessiz ve bir o kadar da çaresiz duruyordu, onu baştan aşağı süzen bu iki yorgun gözün karşısında… Bir saat sonra, masada boş, boş suratına bakan iki reçel tabağı, bir bardakla karşı karşıya kalan Rahmi Dayı’nın kıllı çenesi, yeni ağzına attığı bir zeytini çiğnemekle meşguldü. Belli bugün hava her zamankinden daha sıcak olacaktı, pencere hala bir çerçeve gibi duruyor fakat resimde hafif değişimler hissediliyordu. Güneş ise, hâkim yerine yavaş, yavaş konumlanırken, avını sessizce bekleyen bir bir avcı gibi, onu bir saat sonra nihayet rahat bırakacak toz bulutundan şimdiden sıyrılmaya çalışıyordu. Bazıları, Rahmi Dayı gibi köy aydınlanmadan kalkmış, yüzyıllardır atalarından kalma bir miras gibi gördükleri, tarla işlerini tamamlamak üzere ayaklanmışlardı. Geri kalanları ise, rüyalarında bile, bilmem hangi film artisti’ nin baldırını öpemeyecekleri, ya da bilmem ne plajında gezemeyecekleri, mutsuz bir dünyaya, Gıro’nun deyimiyle ”Tanrının bile unuttuğu bir yerde” gözlerini açacaklardı.
Rahmi Dayı elinde çapasıyla, ahşap kapıyı kapatırken, uzaktan bir eğilip, bir alçalmasıyla körüklü kürsüleri andıran üç metreye yakın bir karaltı beliriverdi. Yaşlı gözleri tam seçemese de bu Gıro’nun atına benziyordu. Evet, gerçekten de, son dönemeci geçtiğinde Gıro Hasan’ın heyecanla parlayan gözleri ışıldayıverdi. Uzaktan gelmesine rağmen heyecanı sesinden anlaşılıyordu, Gıro’nun;
_Selamun aleyküm dayı…
Ama cevap o kadar da heyecanlı değildi, Dayı’nın sesinde bir ışıltıdan çok yorgunluk hissediliyordu.
_Aleyküm selam Gıro, Aleyküm selam…
-Hayırdır Xalo keyfin yok gibi?
İşte yine Gıro’nun ahretlik soruları başlıyordu, Rahmi Dayının en nefret ettiği şey gereksiz insanlar tarafından sorulan gereksiz sorulardı. Ve bununla alakalı da bir liste yapmaya kalksa, Gıro Hasan bunların başını kimseye bırakmazdı evvel Allah… Bir insanın sabah niye keyfi olsundu ki? Zaten başına ne geldiyse, bu münasebetsiz soruları yüzünden gelmemiş miydi? Ah Gıro ah, sırf köy boşaltmaları sırasında, Azman Başçavuşa ; ”Abi bizi gönderdiğiniz yerde işte verecekler mi? ” dediği için piyade tüfeğinin uçurduğu iki nasırlı parmağını, Dervişolar’ın ahırından toplamak zorunda kalmıştı.
Rahmi Dayı’nın elleri, Hasan’ın o cavlak sesini bastırmak ister gibi, diken diken olmuş kirli sakalını hışırtıyla kaşımaya başladı. Hani şehirlilerin tabiriyle ”Ustura değmemiş” derler ya, bizim buralarda da Gıro’nun az önce duyduğuna benzer hışırtı çıkartana da ”postal değmemiş” derlerdi. Çünkü Rahmi Dayı ya da Xalo, yedi sene evvel yani eşini kaybetmezden dört sene evvel bir jandarma karakolunda çalışıyordu. Sakal kontrolü de olurdu haliyle… Bırak sakalı şeftali tüyü bile fark edildi mi, çıktığı güne lanet ederdi. Önce erlerin küfürleri eşliğinde, Azman Başçavuş ‘un odasına teşrif eder, eğer şanslıysanız suratınız yeni operasyondan döndüğü her halinden belli, tabanı çamur mu bok mu ayırt edilemeyecek kadar kahverengi bir macunla kaplı postalla, kerpiç zemin arasında gidip gelen bir pinpon topuna döner, ama daha şanslıysanız iki tokattan aşağı odadan çıkamazdınız.
-Yok be Hasan keyfim aynı da…
-Da, dası ne Xalo?
– Bizim şehirde ki hayırsız puşta mektup yazdımda, daha cevap, mevap gelmedi?
-Kusura kalma Xalo ya, senin oğlanda baya…
Xalo nasırın adeta mayın tarlası gibi bölük pörçük ettiği elini, havada iki tur attırdıktan sonra Gıro’yla sohbete dalıp yakamadığı için kürdan gibi dudaklarının arasında öylece kalakalmış tütününü yakmak için cebine indirdi. Gıro belki hayatında hiçbir şeye nokta koymayı bilmediğinden midir yoksa altmış yedilik çınarın hareketini yanlış anladığından mıdır nedir, sözünü tamamlamadı. Sonra kendisinden beklenmeyecek bir atiklikle, Rahmi Dayının durgunluğundan istifade, elinde öylece açık duran tabakadan bir tanesi kırlaşmış saçlarının yer yer örttüğü kulağının arkasına diğeri de Xalo’nun dediği yere mi bilinmez iki tütünü kaşla göz arasında kapıverdi.
– Alda götüne sok, gavat, getir ula onları…
Nafile Gıro’nun atına binmesiyle, tekrar üç metrelik bir gölge halini alması bir oldu. Gölge köşeyi dönse de, yanık sesi hala, Rahmi Dayı’nın kirden ve kıldan, yosun tutmuş yıllardır kullanılmayan bir kuyu izlenimi veren buruşmuş kulaklarına kadar geliyordu.
Bende gidem paytahta
Bilmem ki hangi vahta
Valiye derdim diyem
Belki derdime baha
Gıro’nun sesiyle biraz olsun açılan gözleri, artık bostanın yarısını çapalamış olmanın rahatlığıyla karşı dağın eteklerinde koyun sürüsü olmayacak kadar az, fakat insan olamayacak kadarda yavaş öylece gezinen sahipsiz gölgeleri izlemekle meşguldü. Yaşlandıkça daha da gürleşip kıldan ziyade, iki kalın pencere pervazını andıran gözünün önüne perçem olmuş kaşlarıyla, alnındaki çizgileri, kaldırıverdi. İndirmesiyle de elindeki bir testi suyu kafaya dikmesi bir olmuştu. Sonra büyük bir hışımla ağzından akan suyu, sakallarına yedirdi. Eliyle ağaçta asılı çıkınını son defa yokladıktan sonra, güneşin, altında durunca bir başka yaktığı kuru kavağın kendisi gibi incecik gölgesine yığılıverdi. Boğazında biriken sabahtan kalma birkaç damla balgamı yere birikintiler halinde saçtıktan sonra, Rahmi Dayı’nın ancak ona, gölgesine basabilecek kadar yaklaşanların açık olduğunu farkedebileceği, yorgun gözleri gölgeleri seçmeye başladıkça gitgide büyümeye başladı, gözbebekleri tüm çıplaklığıyla ortaya çıktığında ağzı kulaklarına kadar varıyordu.
– Öğretmen bey, şeyy, şerif bey…
Dağın yamacından çoktan bostanlığa varmış, gölgelerden en uzunu sakince yüzünü, heyecandan Türkçe’si düzelmiş bağıra çağıra kendisine koşan ihtiyar adama çevirdi.
-Dur dur, koşma ben geldim.
Şerif bey yeni sürülmüş bostanın içinde bata çıka yürürken onu takip etmeyen gölgelerin öküzlere sunulmak üzere hazırlanmış samanlardan ibaret balyalar olduğunu fark eden Rahmi Dayı hırıltıyla karışık bir kaç öksürükten sonra lafa girdi.
-Hayrola hocam, ne işiniz var burada?
– Yok, amca önemli birşey değil, bizim çocuklara süt almaya geldim ama yokmuş galiba?
– Ne güzel, evlatlarımıza iyi bakıyorsunuz, maşallah şeyy…
Öğretmenin yüzü neler döndüğünü anlamaya çalışıyormuş gibi, ama sadece muş gibi bir edayla, şakakları bulutlanmış bir halde sağa doğru hareketlendi. O ”şey”in ne olduğunu çözmeye çalışıyordu. Xalo, hayatı boyunca devlet ve devlet’e dair her türlü tapınmanın ve korkunun kırbaç olup yüzüne çarpıldığı ve nihayetinde ‘‘devlet terbiyesi” adında bir canavara dönüştüğü, bu canavarında az önce dişlerini ele geçirip, ona utancından dudaklarını kanatırcasına ısırttığının farkında bile değildi. Öyle buyurmuştu devlet baba, ihtiyar delikanlıya… Kaç yaşında olursan ol, sen benim çocuğumsun demişti ve benden birşey isteyeceksen utanmalısın, hem öyle utanmalısın ki… Utandı da, devlet babanın, iki kalın kütleye dönüşüp bütün ağırlığıyla kaşlarına otağ kurduğu karşısında beş dakikadır, ondan yaşadığına dair ufak bir tepki bekleyen bu genç delikanlının – haşa Adam’ın- , yüzüne doğru üfürdüğü bir kaç ”şeyy” ve mırıldanmadan sonra;
-Diyecektim ki, öğretmen bey bizim çocuktan haber var mı ?
-Senin çocuk? Neydi ki seninkinin ismi, bir sürü mektup geldi ama…
– Hamo, şeyy, yani hamit…
Şerif beyin, kaşları hala çatık olmasıyla beraber ağzı, hafifçe, ona sadece gözlerinde yansımasını görebilecek kadar yaklaşanların fark edebileceği küçük bir ”h” halini almıştı. Yüzü ancak dünyada bu ismi ilk defa duyanların yüzünde olabilecek bir soru işaretiyle kaplandı.
-Hamit? Ha? Mit? Vallahi amca hiç görmedim desem?
Gözyaşlarının oluk, oluk akıp kırışıkları daha da derinleştirdiği ve nihayetinde suratında durmak bilmeyen bir seli andıran, bakanlar da bayırdan aşağı hızla akan bir pınar izlenimi uyandıran, uzun fakat ince bir su birikintisiyle Rahmi dayı, öfke ve hüzünle karışık zamk gibi dudaklarını kenetlemiş olan sabahtan kalma tütünün tadını hala damağında duyumsuyordu. Hüzün hali adeta yorgun beyin hücrelerini tetiklemişken, belleği onu bambaşka yerlere götürüyordu. Evladı, Hamit’i… Ne Hamit’i, Hamo’su… Şu bostanda az mı yuvarlanmışlardı, ah ona ilk ata binmeyi öğretişi… Hepsi bırak film şeridi gibi olmayı… Bir film şeridine bile sığmayacak hatta bir film bile olamayacak kadar, taptaze geçiverdi, yaşlı adamın kafasından… Beş yıldır bir haberi çok mu görürdü bir insan… Bir evlat babasına ” İyi ki anan öldü de, gelmene bahane doğdu” demeye mecbur bırakır mıydı diye bir düşüncenin son harfi de geçerken zihninden, durakladı. Sonra aynı, sabah Gıroya yaptığı gibi, umutsuzluğun damarlarına kadar bile girmeye muktedir olduğu kupkuru bir el, havada iki tur atıp ona ”Siktir et ” dedirtecekti ki, karşında Gıro olamayacak kadar ciddi birinin olduğunu anlamış olmanın verdiği telaşla, eli keten, toprak kokan ceketinin olmayan düğmelerine gitti, sonra sanki bir ayıbı saklıyormuşçasına ürpertiyle gövdesini örttü.
-Af buyur Şerif Bey zamanını aldım.
İhitiyar bir adamın, kendisinin genç yaşına rağmen karşısında bu denli çekinken olmasına, içerleyen Şerif Bey, altmış yedilik çınarın sahipsiz bir gölge halini alıp, askerlerin daha bir saat önce özenle düzenledikleri, keskin kireç kokusunun burnunuza kadar gelip işgal etmesine sebep olan, ”ÖNCE VATAN” yazısının dördüncü ve siyah tek noktası haline gelişine kadar, onu sabırla izledi. Sonra kafasından ” Üç yanlış bir doğruyu götürdü ” diye bir espri yapmak düşüncesi geçse de bu saçma fikre yenik düşmedi. Hakikaten de üç yanlışın bir doğruyu götürdüğü bu coğrafyada, üç noktanın yanından askerlerin yorgun bakışları eşliğinde usulca geçen Rahmi Dayı’nın evine bu kadar hızlı gelmesine şaşmamalıydı.
Suratını yarım saat sonra, ilk defa oynattığında ağzının kenarındaki kırışıklığın, aslında aynanın üzerindeki küçük bir çatlaktan ibaret olduğunu fark eden Xalo, nasırdan kabuk bağlamış o yörelerde ”Gabar” denilen küçük siyah noktaların özellikle serçe ve başparmağının üzerinde rahatlıkla görülebildiği kırk üçlük ayaklarını, soğuk suya hışımla soktu. Mesh ve bot karışımı kahverengi kunduranın içinde adeta pişecek kadar kalan ayakları, Kova’ya girdiği an, suyun soğukluğu ile ihtiyarın yüreğini titretti. Topuklarının sıcaklığı yavaş yavaş, suya sirayet ederken, onu buraya zar zor getirmeye muktedir olan uzvunu, kovadan çıkarmaya erinmiş olmalı ki, belini ancak yaşlı bir çıtaya benzeyecek kadar inceltip, olağan üstü bir güçle karşı masaya uzandı, ele geçirdiği kalemin yazıp yazmadığını kontrol edecek kadar bu pozisyona direnemediğinden, bu hareketi ikinci kez yapmak zorunda kaldı. Bir şeyler karaladı üstüne süt dökülmüş zannedilecek kadar beyaz, tuvalet kâğıdının üstüne… Kalem tuvalet kâğıdının üzerinde açtığı son yarıktan sonra, onu nihayet rahat bıraktığında, Rahmi Dayının ayakları, onu artık çekilecek kadar akşam olduğuna hükmettiren alacalı perdenin yanına götürdü. Perdenin kornişe çarpıp çıkardığı sesle, battaniye sesinin birbirine değecek kadar yaklaştığı odanın içinde, seri bir şekilde kendini yatağa atan ihtiyar delikanlı yastıkta bırak ezikliği, ancak gölge oluşturabilen küçük başını elleriyle destekleyip hülyasız bir uykuya daldı. Bu yataktan bir ölünün kakmayacağını kim garanti edebilirdi ki?
-Xalo, Xalo, tarlaya mı gittin bu saatte, yahu açsana kapıyı?
Gıro, bir elinde atının palanı, diğerinde onu atın üstünden insem daha mı hızlanırım diye düşündürecek kadar heyecanlandıran süt beyazı zarf, başıyla, bir ileri bir geri kapıyı titretip duruyordu. Nafile, kimsesin açtığı yoktu kapıyı ve açacağı da… Türkçe, bu suskun ihtiyarla baş edemeyeceğini düşündürdü Gıro’ya ve Kürtçe bir çığlık duyuldu, sokağın ortasında;
– Yahu babam, niye açmıyorsun, şu zıkkımı, Hamit’ten mektup gelmiş, Şerif Efendi görmemiş, masanın altına düşmüş mektup… Anlamıyor musun, Hamo diyorum Hamo…
İhtiyar bir Adam’ın bu saatte ne işi olurdu ki dışarda… Bir insanın bırak insanı nefes alan herhangi bir canlının bu gürültüye tepkisiz kalması için ancak bir ölü…
-Ööö.. Lüüü… mü ?
Ahşap kapı, Gıro’nun insanüstü daha doğrusu insan dışı ayıvari çığlığı eşliğinde olduğu yere devriliverdi. Ve tabi ilk defa bir ihtiyarın cesede dönüşümünü izlerken dizleri üstüne çöken Hasan’ı da aynı akıbet bekliyordu. Ah ”Akıbet kuş kondurur mezar taşıma felek ” demiyor muydu türkü… Bu unutkan cesedin, hatırlatma listesini büyük bir özenle şivenin alttan alta kendini ele verdiği bir Türkçeyle gözyaşları eşliğinde okumaya başladı.
1) Hamo’dan mektup var mı sor.
2)Hamo’dan mektup var mı sor.
3) Hamo’dan mektup var mı sor.
Nihayet bir saat sonra dağların ardında hayal meyal Gıro’nun yanık sesinden, bir Yezidi stran’ının son ezgileri duyuluyordu:
Ay feleka me xayîn e gidî me dixapîne… (Ah felek gene hain çıktı, gene kandırdı bizi…)
BİR ŞARKIYDI O DA BİTTİ – YASİN TATAR
Son Yorumlar
- Lilya – Şiyar Ayaz için e.
- Yolculuk Hali – Cemil Şen için Mehmet BONCUKOĞLU
- SÜKUNETİMİN ÇIĞLIĞI – GAİUS FLAVİUS DİVİNUS için Gaius Flavius Divinus
- SÜKUNETİMİN ÇIĞLIĞI – GAİUS FLAVİUS DİVİNUS için Hamit Taha sayın
- METİN UCA – FİRDEVS ALYA için EMİN ERENSOY
En Çok Okunanlar
RÜYA-MERVE OTÇEKEN
68 views
ÖLÜ REÇETE-ARZU SELOĞLU
63 views
NİSAN-ARZU ÇETİNKAYA
55 views
KÖPEKLERİN AŞKI -KADER ELTUTAN
43 views
TENHA-ECE ÖZGE KARAKUZ
42 views
İKİ SÖZ-EYLEM DEMİR
36 views
ÖZÜM-SİBEL ERGEÇ
25 views
ÖKSÜZ-BİLHAN AKKAYA
21 views
Son Yorumlar
- Lilya – Şiyar Ayaz için e.
- Yolculuk Hali – Cemil Şen için Mehmet BONCUKOĞLU
- SÜKUNETİMİN ÇIĞLIĞI – GAİUS FLAVİUS DİVİNUS için Gaius Flavius Divinus
- SÜKUNETİMİN ÇIĞLIĞI – GAİUS FLAVİUS DİVİNUS için Hamit Taha sayın
- METİN UCA – FİRDEVS ALYA için EMİN ERENSOY
Bir cevap yazın