
Bitişik komşu ile karşılaşmamak için, hızlıca kapıyı açıp eve girdim ve kapıyı kapattım. Antreden gelen seslerinden dışarı çıkacaklarını anlamıştım ve şimdi kapıyı açıp dışarı çıktılar onlar da. Oysa ki rahatsızlık veren veya hoşlanmadığım insanlar da değil bu emekli çift; Almancı kadın ve Alman kocası. Ancak karşılaşmak istemiyorum. Nedenini bilmiyorum ve düşünecek modda da değilim. Salona girip etrafı süzüyorum, neden bunu yaptığımı da bilmiyorum ama bu hemen herkesin yaptığı bir hareket galiba, bir kod. Oysa bayağı terlediğim için kıyafetlerimi değiştirmek için odama gitmekti ilk yapmam gereken. Bu tip ortak edimlerimiz; her ne olursak olalım temelde, yani en geride insan olduğumuzu gösteren birer dikiz aynası aslında. Yattığım odaya girip, elimdeki defter ve kalemi yatağın üzerine bırakıp terli kıyafetlerimi çıkarıp yenilerini giyiyorum. Mart ayının ortasındayız ve hava durumunun dengesizliğinden dolayı ne giyeceğimi bilemiyorum her seferinde, havanın bu bipolar davranışları nedeniyle kontrpiyede kalıyorum hep. Çıkardığım kıyafetleri yatağın üzerinde öylece bıraktım, üşeniyorum kirli sepetine atmaya. Yatağın üzerindeki defter ve kalemi alıp, çalışma masasının sandalyesini çekip, dönüp açık pencereden dışarıyı seyrediyorum.
Çok yalnız hissediyorum kendimi, özellikle, annemin hasta olan teyzemin yanına gittiği son iki haftada daha da derinleşti yalnızlığım. Bu durumun, tam da beni ciddi strese sokan problemlerimin olduğu ve arkadaşlarımın çoğu ile de aramın limoni olduğu bir döneme denk gelmesi ise işin cabasının cabası oldu. Velhasıl, demem o ki hem derinleşti hem de kök saldı bu problemler. Çok hızlı ve mutlu geçti üniversitenin dört yılı. Kendimizi o kadar eğlenmenin akışına kaptırmıştık ki bir grup arkadaş olarak, sonrası için bir plan, program yapmayı düşünmedik hiç. Azami hedefimiz derslerimizi geçmekti yalnızca. Aslında durmadan yeni yeni sahneler eklediğimiz hayallerimizin filmine mekân olarak seçtiğimiz İstanbul’da kalabilmeliydik önce, mekân olmayınca senaryo da çöp oluyor. Fakat bu konuyu hiç konuşmamış hatta hiç açmamıştık bile yumurta kapıya dayanıncaya dek. Kasım ayının sonuna kadar direndik lakin maddi dururumuz imkân vermedi orada kalabilmemize. Ne kira verebilirdik ne de geçinebilirdik. Bunun üzerine ben de iki yıldır bu küçük turistik ilçede yaşayan annemin yanına, palas pandıras, gözüm arkada ve üzgün bir biçimde geldim. Annem emekli olduktan bir yıl sonra bu ilçeye taşınmış ve Ankara’daki evimizi kiraya vermişti. Böyle olunca da yaşamı boyunca hep büyük şehirde ve her türlü imkanlarla çevrili yaşamış olan ben, imkansızlıkların şehrine düşmüştüm sanki bir anda. Bugüne kadar, yaz mevsiminde bile yalnızca bir kere gelmiştim buraya, o da on günlüğüne sadece. Kendi evim olmayınca da Ankara’da kimseye minnet etmek istemiyordum, hoşlanmam minnetten… Kısacası, bu apar topar gelme olayı da sorunlarımın takımına katılmıştı bana karşı ve şimdi ben tek, onlar hepsiydi, yani hem kaleci hem oyuncuydum. Bu şehirde doğalgaz olmamasından dolayı hem ısınma problemi hem sosyal çevre hem de sosyal mekân yetersizliği olumsuz etkenlerdi benim için. Mevsim dolayısıyla da emekliler ve yaşlı insanlar çoğunluğu oluşturuyor zaten. Sınavlara girip bir devlet kurumuna da o da eğer olursa tabii, kendimi atmak İstanbul’u garanti etmiyor ne yazık ki. Annem hiç hoşlanmıyor bu sabit fikirlerimden ama kafaya koydum bir kere. Ki, bu şartlara uyum sağlayamadan ders çalışmakta çok zor olur zaten. Karşımdaki sineklikli açık pencere bir tabloyu andırıyor. Ağaçlar var; zeytin, badem ve incir ağaçları. Binalar, gökyüzü, bulutlar, direkler ve elektrik telleri ise tablonun diğer ögeleri. Güneş artık vardiyasının son demlerinde. Giderayak, gittikçe koyulaşan bir turuncu ışık çalıyor avuç avuç ondan nasiplenen her şeyin üzerine. Tıpkı cömert bir insanın, torbasının içerisinde bir tek zerre kalmadığından emin olmak ve nasiplenenlerin de emin olmasını istemesi gibi torbayı ters çevirip sallaması ve bunu hem kendini hem de dağıttığı insanları inandırmak istemesi gibi rintçe. Güneş ışınlarının vurduğu tam karşımdaki apartmana odaklanıyorum. “Çok yalnızım”, “Ne yapacağım ben?”, “Çok mutsuzum” diyorum ona ve ona vuran ışığa. Cevap gelmeyecek ama içimdekileri dökmek isteği zaten amaç. Ya da çok ağır gelen yüklerimi taşımama yardım edecek birilerini bulmak bir umutla. Bu yoğun yalnızlık zamanlarımın kriz dönemlerinde, nesnelerde bir öznellik buluyorum istemsizce ve acınası bir halde. Eğer hakikatsal bir genişleme değil ise bu durum, o zaman acınası bir durum değil de nedir? Sahi yalnızlığın derinliği ne kadardır? Veya yalnızlığın türleri var mıdır, var ise nedir bunlar? Normal zamanlarda gördüğüm halde bile varlığının farkına varmadığım evin içindeki sinek ve böceklere, yine aynı kriz dönemlerinde derdini dökmek ve evin bir üyesiymiş hissini duymak onlara karşı veya yalnız hissetmekten kusma isteği hangi yalnızlık seviyesidir? Bu kadar mı yalnızım? Evet. Zaten sınırlı sayıda olan dostlarımın çoğuyla aram bozuk, bunun dışında, geriye kalan çevre ve arkadaşlarla da pat diye iletişim kurmaya çalışmakta iki yüzlülük geliyor bana. Hem genel olarak söylersem, zaten insanların işi var gücü var, bunun yanında, benim sıkıntılarıma pek fayda da etmezler açıkçası. Hayatım boyunca aciz, üzgün ve muhtaç görünmekten kaçınan biri oldum. Belki de bu özsaygı konusunu abartıyorumdur bilmiyorum, çekiyoruz işte. Bir araba yanaştı sitenin kapısına, kim acaba, anlarız şimdi. Midemin yanması da geçmedi öğledendir, yine yediğim zeytinden oldu kesin. Gelen kişi daha genç yaşta ama malulen emekli polis ve eşiymiş. Apartman kapısının önünde, en alt katta oturan emekli öğretmen ve yazar olan komşuyla konuşuyorlar politika hakkında. Hakkında soruşturma açılan muhalefet belediye başkanına yapılanları kınıyorlar.
Defter ve kalemimi alıp, maden suyu almak üzere kalkıyorum. Odamın kapısının önünde bir leke dikkatimi çekiyor, eğiliyorum. Öğlen yediğim mısır gevreğinin üzerine eklediğim süt dökülmüştü kâseden, unutmuşum silmeyi, temizlerim sonra. Zaten bu ev temizliği de ayrı dert oldu bana. Salona giriyorum, Amerikan mutfağı da hiç sevmem. Maden suyu şişesini alıp dolabın kapağını kapatıyorum. Defteri koltuğumun altına, kalemi cebime koyup, elimi dondurucu bölmesinin kapağının üzerinde “Türk Kızılayı” yazan mıknatıslı şişe açacağına uzatırken yeğenim Aras’la göz göze geliyorum. Gülümsüyor bana, şimdi de ablam, Aras ve eniştemin tatilde çekilmiş mutlu aile fotoğrafı ve şimdi de annem, ablam ve benim fotoğrafımız. Annem ikimizi kollarının altına almış. Annemle göz göze geliyorum, burada lise üçüncü sınıftaydım ve annemin ayağı kırılmıştı. Annemin yüzündeki gülümseme en samimi ve en içten gülümsemesi. Onunla göz göze gelmek beni üzüyor ve utandırıyor nedense. Onun karşısında kendimi işe yaramaz gibi hissediyorum yine. Belki de kendime haksızlık ediyorum, bilmiyorum ama onun üzerimde çok hakkı olduğunu ve onu çok kere hayal kırıklığına uğrattığımı biliyorum. Bu son göz kontağı midemin alevini daha da harlıyor. Maden suyunu açıp midemin yangınına akıtıyorum ve elimdeki şişenin kapağını çöp kutusuna atıp, güneşin batışını seyretmek üzere kanepeye yöneliyorum. Oturmadan önce perdeyi biraz daha açıp, geçip oturuyorum.
Güneş, denizin ardına doğru gidiyor. Ben de eşlik etmek istiyorum ona ufuk çizgisini geçene kadar, belki de bir medet umuyorum ondan, gitmeden bir şeyler koparmak… O vardiyasının sonuna gelirken ben de yazmanın sonuna geliyorum. Düştüğüm yeri bilmiyorum, tanımıyorum, bu durum ne kadar sürer onu da bilmiyorum açıkçası. Bu yazdığıma bir şekilde denk gelen, çağrımı okuyan, duyan sen; belirttiğim gibi ben, dertlerini ve sıkıntılarını paylaşmayı ve göstermeyi seven birisi değilim. Ancak bunu içimin elvereceği bir biçimde yapmanın yolunu “yazma yöntemi” ile buldum sanıyorum. Yaşantıma, yalnızlığıma mercek tuttum senin için; en saf, en içten ve birebir haliyle. Adımı ve yaşadığım şehri yazmıyorum deşifre olmamak adına ve en azından bir selam yollamanı rica ediyorum senden. Nasıl olur bilmiyorum, zaten çekinerek istiyorum açıkçası. Gökyüzüyle, güneşle, bir sinek veya bir böcekle gönderebilirsin belki. Ya da sen gönder herhangi bir biçimde, ben hissederim belki. Şimdiden çok teşekkür ederim…
Bir cevap yazın