
(Bu mektubun, Raif Efendi’ye ait not defterinin sayfaları arasında sonlara doğru yer aldığı, Severus Snape isimli bir kimya profesörden gelen mektuba cevaben kaleme alındığı söylenir. Mektubun tarihi yoktur. Satırlarında zamanın izi vardır. O vakit, Raif Efendi artık sesini yükseltmekte güçlük çeken bir adam gibidir. Lakin hâlâ yazabilmektedir.)
Muhterem Profesör Snape Beyefendi,
Evvela, bu mektubun size bu kadar geç ulaşacak olmasından dolayı müteessirim. Ama belki de mesele sadece postanın ya da zamanın gecikmesi değildir. Ben mektupları hep geç alırım, yahut bana öyle gelir. Bazıları posta yanlışlıklarından, bazıları kaderin özenli unutkanlığından, ama sanıyorum çoğunlukla hayatın beni daima geriden çağırmasından ötürü.
Tüm hayatımı ise hiç almadığım bir mektubun şekillendirdiğini söylesem, sanıyorum sizleri yanıltmış olmam. Bu hiç gelmeyen mektup ile alakalı gerçekleri öğrendiğim günlerde, yıllardır üstüme örtülmüş bir sessizliği de açmış bulundum. Fakat geç olmuştu. Artık hiçbir söz, zamanın göğsünde açılan boşluğu tamir edemezdi.
Sizden gelen mektup da öyle bir mektup. Beni bulmasına hususen şaşırmış olduğum mektubunuz, sanki bana değil de, bir zamanlar bu dünyada yürüyüp nefes aldığını artık yalnızca hatıralarımda sezebildiğim eski bir hâlime hitaben kaleme alınmış gibiydi. İlk satırlarını okurken parmaklarımın ucunda hafif bir titreme hissettim. Bir yabancı, yıllar önce içime gömüp susturduğum şeylerden, sanki vaktiyle oradaymış gibi bahsediyordu. Lily Hanımefendi’den söz ettiğinizde, bu his daha da derinleşti. Zira bir insanın, kendi hikâyesini anlatmaya yöneldiğinde yaşadığı o kırılganlık ve çıplaklık, benim de ömrüm boyunca içimde taşıdığım, bildik ve mahcup bir duygudur.
Tanıdıklık duygusu, benim gibi biri için çoğu zaman teselli değil, tedirginlik yaratır. O yüzden mektubunuzu, tanımadığım bir sesin içimdeki en eski suskunluklara dokunduğunu hissederek ve biraz da ürkerek okudum. Satırlarınızda, taşıdığınız yalnızlığın anlaşılmasına dair sessiz bir ümit seziliyor. Bir süre sustum. Söz söylemekten çok dinlemeye alışkın biri için bu cevap, biraz da haddini bilmezlik gibi geldi bana. Hem içimi açmak da öteden beri ürktüğüm bir şeydir. Yine de ömrümün bu geç vaktinde, artık her garipliği bir kader latifesi olarak karşılayacak kadar yorgun ve kabullenmiş bir hâl içinde, size bu cevabı yazmaya karar verdim.
Çünkü insan, yıllarca anlatmaya lüzum görmediği şeyleri bile, bir gün anlaşılma ihtimali karşısında dile getirme ihtiyacı duyar, Efendim.
Snape Beyefendi,
Ben bugünlerde, gölgesine bile benzemeyen, göz temasından kaçınan, varlığı fark edilmesin diye usulca yürüyen biriyim. Bu yüzden size yazmak, belki de ömrümde yaptığım en cesurca şeylerden biri. Ama itiraf etmeliyim ki bu satırları, sizi anlamaya çalışmak kadar, yeryüzünden yıllar önce çekip gitmiş bir hâlimin bir zamanlar gerçekten yaşadığını kendime hatırlatmak için yazıyorum. Ve elbette, Çok Kıymetli Maria’nın hatırasını bir kez daha anabilmek için. Lakin, siz bunu muhakkak sezeceksiniz. Zira, bizim gibiler için ömür, bu borcu zarifçe ödeyebilmenin yollarını aramaktan ibarettir.
Efendim, zihnimin bir köşesinde yıllardır dönüp duran ancak kimin söylediğini anımsayamadığım bir vecizede şöyle geçiyordu: “Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz”. Öyleyse, Muhterem Snape Beyefendi, sevdiğiniz insan yokken diğerlerinin varlığı, sadece onun yokluğunu çoğaltmaz mı?
Ben, insan hayatının anlamı üzerine düşünmeye çok erken başladım ancak cevaplarını hiç aramadım Efendim. Bazı sorular, cevapları için değil de, insanın içinde taşıdığı o sessizliği ayakta tutmak için var gibi gelmiştir hep. Benim içimde de böyle bir sessizlik vardı. Varlığını bilirdim ama neye dair olduğunu çıkaramazdım. Hayatın kenarında yürüyen, kalabalıklara uzaktan bakan ama içine hiçbir zaman karışmayan biriydim. İnsanların konuşmalarını, caddelerdeki telaşı, bir mevsimin başka birine devrini hep uzaktan izler fakat içeri girecek cesareti kendimde bulamazdım.
Maria ile birlikte, sanki hayatta ilk kez nefes alıyormuş gibi, o içimde yıllardır kıpırtısız bekleyen boşluğun bir şekle büründüğünü fark ettim. O vakitler içimdeki boşluk ilk kez susmuş gibiydi. Meğer eksiklik, bazen bir başka insanın varlığıyla kıpırdanır, kıymetlenir ve en nihayetinde tarif edilebilir hâle gelirmiş. Maria ile geçirdiğim ömürlere bedel günler, hayatın bana da dokunabileceğini gösterdi. Bir bütünlük değil belki, ama ilk defa kendime bir yer bulmuş gibi hissettim. İlk kez o an, var oluşum bir kıymet kazandı.
Sonra, ben Maria’yı kaybettim Efendim. Sizin de Lily Hanımefendi’yi kaybettiğiniz gibi.
Hayatımdaki yeri, anısı ve ardından bıraktığı yokluk… İçimdeki boşluğa bir anlam verdi belki; bir biçim. Onun gidişiyle, içimde eksik olanın ne olduğunu ilk kez anlayabildim. İnsan neyi kaybettiğini bilmeden de eksik hisseder ama, neyden mahrum kaldığını öğrendiği vakit, yalnızlık büsbütün derinleşiyor. O andan itibaren, eksiklik artık yalnızca bir boşluk olmaktan çıktı; tanıdık, yerleşik, içten içe ağırlaşan bir hisse dönüştü. İşte bu yüzden Maria’nın gidişiyle kaybettiğim şey yalnızca bir insan değil… İçimde, varlığını ilk kez onunla birlikte fark etmeye başladığım bir tarafım da sustu.
O günden sonra hayat, bana yüzünü göstermedi değil — ben, yüzünü tanıyamadım.
Çünkü artık eksik olan şey, yalnızca bir sevgi değil; mevcudiyeti ile varlığı ve yokluğu tanıyabildiğim tek kişiydi.
Bunca yıl geçmesine rağmen, ne zaman dönüp içime baksam, orada Maria’dan başka bir şeye rastlamıyorum Efendim. Uzun yıllardır hayat devam etmiyor; yalnızca bitmiyor. Bir insanla yaşama ihtimali elinizden alınmışsa, geriye kalan hayata artık yalnızca dışarıdan bakabiliyorsunuz. Onun içerisinden yürümek mümkün olmuyor.
Mektubunuzu okuduğumda gördüm ki; siz de benim öykümde olduğu gibi varlığınızı tanımlayan bir kaybın gölgesinde yaşamaya mecbursunuz. Sizi anladığımı söyleyemem Efendim — buna ne cüretim var, ne kelimem. Ama sanıyorum ki size yakın bir karanlığı ben de kendi içimde uzun yıllardır taşıyorum. O yüzden, her ne kadar iki ayrı dünyadan ve birbirinden uzak zamanlardan geliyor olsak da sizin için de aşkın artık bir duygu değil, kendinize dair bir hafıza biçimi olduğunu hissedebiliyorum.
Size bu satırları yazarken, belki son kez kendime dönüp bakabildim.
Sizin vesilenizle çokça zamandır sustuğum bir yerden, sessiz bir teşekkürü dile getirebildim. Bu yüzden, fazla söze gerek duymadan, sade bir gönül borcuyla size müteşekkirim.
Yolculuğunuzda sizlere sabır ve sükunet dilerim.
Hürmetle,
Raif
Bir cevap yazın