
Ev nedir? Dört duvar bir çatıdan ibaret beton yığınları mı yoksa bu duvarlar arasında anlam bulan sesler, anlar mı? Ev, kimilerimiz için büyükannelerimizin evinde maaile toplanılan o eski eşyaların “antika” denilebilecek keskin kokusunun burnumuza dolduğu, kuşakların toplandığı, neşeli çocuk seslerin duvarlarda çınladığı o anlardan ibarettir. Kimilerimiz içinse aidiyet hissettiğimiz o mekânın sessizliğinin dahi verdiği derin huzur ve güven duygusunun ciğerlerimize dolduğu yerdir. Yaşanmışlıklar evin her köşesine sinen bir his bırakır, o köşeyi her görüşünde aynı his seni sarar. Bazen huzurdur bazen yorgunluk kimi zaman sevinçtir kimi zaman nefret ama her duygu kendine yer bulur o köşelerde. Bir duvarın köşesine sinmiş kahkaha, bir odanın sessizliğinde saklı hüzün, koridorlarda yankılanan hatıralardır aslında evi ev yapan. Bir zamanlar annemizin mutfaktan gelen sesi, babamızın kapıdan girişini bekleyişimiz, kardeşimizle paylaşılan sırlar… Gün gelir bunların hepsi birer anıdan ibaret olarak kalır hatrımızda ama ev, tüm bu yaşanmışlıklara ev sahipliği yapar. Ev dediğin, sana ait olan, içini huzurla kaplayan, seni olduğun gibi kabul eden yerdir. Çünkü insan yalnızca bir çatıya değil, o çatının altında biriktirdiği anlamlara döner. Bu yüzdendir ki ev asıl anlamını yaşanmışlıklarla kazanır. Bazen bir mekân değildir evimiz, bir insandır, bir sestir, bir anıdır. Kısacası yaşamımızın anlamının içinde aidiyet hissiyatını bize oluşturan tüm ögeleri içinde barındırır. Kavramın anlam kazandığı şeyler hepimizde farklı ögelerde ya da kişilerde hayat bulur.
Belki de ev yalnızca fiziksel bir ortam değil bir kişidir. Kendini yalnız hissetmediğin yer senin evindir. İnsan her zaman yaşadığı yeri ev diye nitelendirmez; bazen birlikte yaşlandığı kişi onun evi olur. Çünkü öyledir ki onunla beraber olduğu her yer ev sıcaklığındadır. Ev dediğin şey, dört duvardan ibaret bir mekân değildir. Seni tüm çıplaklığınla saran yuvadır. Kendin olmaktan çekinmediğin, en savunmasız hâllerine şahit, tüm duygularına hâkim olan yerdir. Bu his tanıdık geliyor mu size? Bu his, bir odanın içinde değil, bir insanın gözlerinde saklıdır kimi zaman. Bazı insanların gözlerinin içine baktığınızda o kişinin en gizli çekmecelerinde neler sakladığını, korkularını, arzularını, hırslarını, savaşlarını görmez miyiz? Tıpkı ev gibi bize tanıdık ve ait hissettirmez mi bazı insanlar? Onların yanındayken dışarıda fırtınalar kopsa da sen güvendesindir. Çünkü ev, senin en korunaklı sığınağındır. Kaybolduğunda yön gösterendir ve insan, evini bir insanda bulduğunda, kaybolmaktan korkmaz. Bilir ki yol ne kadar uzak ne kadar çetrefilli de olsa dönebileceği bir yer hep vardır. Belki de bu yüzden ev, yalnızca bir adres olmaktan çıkar kollarını kocaman açmış seni bekleyen bir kişiye dönüşür. O kollara vardığında zaman senin için durur, tüm yükler kenarda kendine yer bulur. Dünyanın gürültüsü, hayatın keşmekeşi o an o kollarda kaybolur. Ev, kendini açıklamak zorunda olmadığın, yanında olduğunda sessizliğin bile anlam bulduğu, kelimelerin değil hislerin konuştuğu yerdir. Herkesin sığınağı, kaçıp saklanacağı bir köşe vardır ama insanın gerçek evi, kaçmaya ihtiyaç duymadığı yerdir. Kulağa ne kadar romantik geliyor değil mi? Bir ev ve bir kişi gerçekten bu kadar ortak paydada buluşabilir miydi? Buluşturduk oldu. Bazı insanlar ev gibi olur işte… Yanındayken geçmişin acıları, geleceğin belirsizliği anlamını yitirir ve anda kalırsın.
Özlem de sevdaya dahil değil midir? Eve dönme isteği, o yeri özlemek… İnsan hayatı boyunca eve geri dönüş yolunu arar. Eve dönme hissi insanın içinde tatlı bir gıdıklama bırakır. Bir süre evinden ayrı kalmışsındır ve eve girdiğinde evine has o koku burnuna sızarken içinden geçirirsin ya “Home home sweet home.” O anın tarifsiz huzuru özlediğin bir kişiyle sarıldığında da aynı hissettirmez mi? Aylarca görmediğin birini beklemek ve beklendiğini bilmek o anı tarifsiz kılmaya yetmez mi? Bazı insanlar gerçekten ev gibi olur işte… dönecek bir evinin olduğunu bilerek yaşarsın.
Ama ya o ev bir gün yıkılırsa? Ya ışığı söner, kapıları kapanırsa? İnsan, evini bir kişide bulduğunda, en büyük korkularından biri onu kaybetmek olur. Çünkü ev yalnızca bir mekândan ibaret değilse, kaybetmek de yalnızca mesafe değildir. Geri dönecek bir yerin olmadığının farkına varmak seni en çok yaralayan histir. Bazı ayrılıklar vardır ki bir bavula sığmaz. Nasıl ki dört duvarı sırtlanıp gidemiyorsak bir kişiden ayrılırken de tüm hislerimizi sırtlayıp gidemeyiz. Bazen sevinçler bazen hüzünler evimizde kalır. Belki evimizi başka şehirde bırakıp şehirler değiştiririz, evimizin sokaklarını sileriz, zamanı bir şekilde geçiririz ama içimizde hep aynı his, aklımızda hep aynı soru yankılanır: Evim nerede? Ve belki de insan, hayatı boyunca bir tek şeyin peşindedir: Yeniden evine dönebilmenin…
Peki ya artık dönülecek bir evin kalmadığında? Ya o kapılar sonsuza dek kapanmışsa? Kapının önünde durup anahtarı çevirirsin ama kilit artık senin anahtarına uymaz. İçeride ışık yanıyordur belki ama senin önünü aydınlatmaz. İşte o zaman insan, içinde taşıdığı boşluğu fark eder. Bir adresin değil, bir sıcaklığın, bir hissin, bir güvenin eksikliğini hisseder iliklerinde. Oysa gariptir ki insan evini kaybettiğinde anlar evin kıymetini. Yanındayken kimseye ihtiyacı olmadığı o kişi gider ve bir yabancıya dönüşür. Sokaklar tanıdık gelir sana ama çıkmayı bilemezsin sokaktan. Evini görürsün, anahtarı elindedir ama kilit çoktan değişmiştir belki de. Bazen ilmek ilmek ördüğümüz o evi, anıları terk etmemiz gerekir, mecbur bırakılırız buna. Eğer değiştirmemiz gerektiğinde o evden gitmezsek tuğlalar üstümüze bir bir yıkılır. İnsan materyalden ibaret olan evini de değiştirmek zorunda kalmaz mı bazen? Korktuğumuz şey yuvamızı yeniden inşa edebileceğimize olan inancımızın kırılmasından, emeklerimizin heba olduğunu düşünmemizden ileri gelir. Fakat unutmamak gerekir, ev kaybolmaz, değişir dönüşür. Yalnızca “o ev” hatıralara gizlenir. O evin içindeki yaşanmışlıklar, kokular, gülüşler, anlar artık başka bir dünyaya aittir. Ama yine de bazen bir rüzgar eser, bir şarkı çalar ve bir koku gelirse burnuna o zaman hatırlarsın evin nasıl hissettirdiğini. Ev dediğin şey, bir mekân değil bir insanda saklıysa eğer, her an biraz eksik, biraz anlamsız, biraz yarımdır. Ve ne kadar uzağa gidersen git, içinde hep aynı arayış kalır: Evim neredeydi? Ben neredeyim?
Kişi zaman zaman yanlış yerlerde evini arar. Işığı yanmayan pencerelerde, çiçeği solmuş balkon saksılarında, sıcak olmayan odalarda ve belki de ıssız sokaklarda. Bu arayış kayboluşun göstergesidir. İnsan gerçek evindeyken kaybolmazdı ya hani, ait olduğunu düşündüğü evler onu kayboluşa sürükler ve bunun farkında olmaz. Hayat boyu içimize sinen bir evin arayışı devam eder. Kapıdan girdiğimizde, geniş pencerelerden içeri süzülen gün ışığının raftaki en sevdiğimiz kitaplarımızı nazikçe aydınlattığı, verandada yeni açmış yaseminlerin burnumuza hafifçe dokunan kokusuyla sarmalandığımız, içinde çocukların neşeyle koşup cıvıldadığı geniş bir hol, gözlerini sevgiyle bize dikmiş, sessizce bakıp varlığını hissettiren bir kedi ve her köşesinde ev sıcaklığını barındıran bir sevgi ortamı… İşte insan hayatı boyunca böyle bir yerin hayalini kurar, tabii spesifik olmamakla beraber. Ve bir gün böyle bir evle karşılaştığında, arayışın sona erdiğini hissedersin. O an, “Artık huzurluyum” diye içinden geçirirsin.
İşin en kötüsü de şudur ki bulduğunu sandığın ev, bir yanılsamadan ibaretse? Ya içini saran huzur bir süre sonra huzursuzluğun olursa, o an sıcacık gelen ev birden soğursa anlarsın ki evinde değilsin. İnsan bazen aradığı evin kapısını aralar, içeriye göz gezdirir, girer dolaşır ve çıkar. Bir süre o sıcaklığa inanmak ister. Fakat fark eder ki gelip geçici bir kiralık daireymiş. Pencereden sızan ışığın solgunlaştığını, kedinin seni sevgiyle izlemediğini görürsün, yaseminler de solmuştur artık o an anlarsın ki yanlış evi yuvan sanmışsın. Ve belki de insan yanlış yerlerde evini araya araya, çıkmaz sokaklardan çıkmayı başardığında evini bulur. Kapılar defalarca çalınır, aralanır, insan içeri girer ve çıkar bazen de çıkmak zorunda bırakılır. Ama her terk ediş, her bırakılış onu gerçek yuvasına bir adım daha yaklaştırır. Çünkü insan en çok yarım kaldığında kendi benliğine ulaşır.
Sonunda bir gün, hiç beklemediğin anda o kapı açılır. İçeri adım attığında hisler tanıdık gelir, odalar yabancılığını biraz daha kaybetmiştir. Raflardaki kitaplar yıllardır seni bekliyor gibidir, yaseminler tomurcuklanmıştır, gün ışığı solgunluğunu geride bırakarak yeniden parlamaya başlamıştır. Kedinin gözlerindeki sevgiyi hissetmeye başlarsın ve o tanıdık his bir kişinin gözlerinde de yeniden hayat bulur. Arayışın sona erdiğini hissettiğin andasındır artık. Kapıları çalmana, ışıkları kontrol etmene gerek kalmamıştır. İçindeki eksiklik tamamlanmaya başlamıştır, kayboluşun pusula misali yönünü bulmuştur. O an derin bir iç çekiş ve tek bir kelime: “Evimdeyim.”
Bir cevap yazın