Huzur Evi değil!
Hüzün Evi…
Anadolu Lisesi yıllarımdan sınıf arkadaşım telefon etti bir gün:
-Canımcım, hep görüyorum yazılarını, şiirlerini. Öyle keyifle okuyorum ki; sanki teneffüslerde o ağacın altında beraber okuduğumuz şiirler gibi.
Ben ………. Huzur evinde yöneticiyim 3 yıldır. Çocuk yuvasındaki röportajını okuyunca aklıma geldi.
-Neden burası için bir yazı yazmıyorsun toplumun yararına sunmuyorsun?
-Haklısın, belki de yazarım…
Randevu defterlerimize baktık karşılıklı ve gün ayarladık. Nihayet bu gün buluşacağız.
Ruhsuz binanın merdivenlerinden içeri girdiğimde derin bir hüzün kokusunun her yeri kapladığını hissettim.
Hayatın ağır çilelerinden kalma derin çizgiler taşıyan yaşlı insanlar gördüm koridorlarda…
Alnı kırışmış, beli bükülmüş bir teyze oturuyor kanepede…
Yorgun bir beden uzanmış yatağa ve bakıyor sürekli tavana…
Feri tükenmiş, yok olmuş bir çift göz bakıyor bize…
Titrek bir ses konuşuyor elleri titreyerek…
Gözyaşları gözünün içinde bir yerde hazır bekliyor… Arada bir damla gözyaşı süzülüyor aşağıya… Elinde hazır bekleyen peçete… Siliyor gözyaşını…
Adeta bir hüzün kelepçesi ile dolaşıyorlar hüzün evinin koridorlarında ve bahçesinde. Hüzünle birlikte yavaş yavaş yürüyorlar…
*
Hepsinin ayrı bir hikayesi var… Her bir hayat ayrı bir hüzün…
Ben dikkatli ve buruk bir şekilde etrafa bakınırken ileride yeşil işlemeli kadife eşofmanının içinde gayet bakımlı zarif bir hanımla göz göze geldik. O çok farklıydı diğerlerinden. Sanki uzak bir tanıdık gibi sıcak, meraklı, kaçamak bakışmalar…
Yanına gittim. “Merhaba!” derken elini uzattı, “Ben Yıldız. Siz tanımazsınız ama ben ünlü bir politikacının sanatcı partneriydim.”
Ben kim olduğununu çıkartmaya çalışırken açıkladı adını. “Çok sevdim onu… Hep ünlü müzikhollerde sahne aldım. Çok popülerdim o zamanlar.
Derken iktidar değişikliği beni de vurdu… O cezaevine, ben de mütevazi yaşamıma geri dönmek zorunda kaldım. Onsuzluk kadar parasızlık da vurdu adeta. Sonra zaman acımasız çarkını işletti ve ben ışıltılı bir dünyadan , buraya kayan bir yıldızdım artık.
O şaaşalı günlerden eser yok şimdi ve ne de o etrafımda fırıl ,fırıl dönen insanlardan…Sonra o cezaevinde intihar etti. Ben bir kez daha öldüm. Şimdi dünlü zamanların himayesinde buradayım.
Mutlu muyum?
Bilmiyorum ki ben neyim; eski bir yıldız kırpıntısı mı, çok sevilen bir sanatçı mı ,burada uzak diyarlara giden dönüşsüz gemileri bekleyen bir zavallı mı?
Bilmiyorum…”
Ne oldu bize? Ne oldu insanlığımıza? Ne oldu değerlerimize?
Uzun koridorda ilerlerken bir başka tonton teyzem önümü kesti:
-Dur, yazdığım mektubu almadan gidemezsiniz!
Tamam tontonum tamam…
Derken yatağından hafif doğrulan bir teyzem yastığının altından çıkardığı mektubu uzattı…
Onu gören bir başkası…Adres yok, isim yok sadece mektup.
Dışarıdan huzurlu gibi görünen, bu sessiz sakin binalarda, ne fırtınalar kopuyor kimbilir. Kaç anne anlatmak, haykırmak istedi duygularını, kaç anne yazmak istedi bilinmez.
O annelerin adına yazdım bu satırları. Bana verilen bu mektuplar huzursuz odalardaki yüreği yorgun annelerin sessiz çığlıklarıdır….
O mektubun birinden,,,
” Ben anneler gününü hiç sevemedim biliyor musun? Dünyalara sığmayan anne yüreğim huzursuz bir odaya hapsedildi. Ne sevmenin, ne anneliğimin bir anlamı yok artık… Çok üşüyorum. Hem parmaklarımda da can kalmamış sanki, kolay kolay ısınmıyor eskisi gibi…”
Hikayedeki Yıldız hanım gerçek bir şahsiyettir ve anlattıkları doğrudur.
Bir cevap yazın