Hasat zamanıydı. Başakların boyunları bükülmüş, her esintide biraz daha toprağa eriyordu başları. İğne oyalı yemenisi boynunda, o traktörü sürdükçe, ekinler arasındaki kuşlar önü sıra uçuyor, gerisin geri yeniden konuyorlardı.
Güneş tepeye tam erişmeden tarlanın tamamı olmasa bile yarısını bitirebilmeyi umuyordu. Günler uzamıştı, bitse biterdi ama başka işler de onun yolunu gözlerdi. Annesi anca bir kap yemek yapacak kadar derman bulabiliyor, dizlerindeki kireçlenme tüm kuvvetini dağlıyordu. Babası köyden gitti gideli, Gülbeyaz yüklenmişti onca yükü daracık omuzlarına.
Öğle sıcağı kavurmadan ekinleri biçmiş, kalanı da ertesi günün erken saatlerine bırakmıştı. Şalvarının lastiğine sıkıştırdığı mendiliyle yüzünün terini silip az ilerideki zeytinlik gölgesinde, sofra bezine sarılı kendi mayaladığı ekmeğini az peynirle katık yapıp, dişlediği her domates, lokmasını ıslatıyordu.
Ağacın gövdesine başını dayadı, hafif esintiyle beraber ağacın gövdesinde birbirlerinin hiç önüne kesmeden telaş kesilen karıncaları seyretti. O ağaç da onu seyrederdi nasılsa; kimi zaman Yusuf bu zeytinlik gölgesine kaçar gelir, türlü türlü hikâyeler anlatır hemen oracıkta yaşarlardı.
Bu gün kaçamamıştı demek çay ocağından.
Yusuf ilçeye her gittiğinde mutlaka bir yemeni alır, gelir bu zeytinlikte Gülbeyaz’ın boynuna dolardı. O, yemeniler boynundayken Yusuf’un ellerini hissederdi. Odasındaki sandık ağzına kadar yemeni dolmuştu. Belki yine ilçeye gitmişti. Sofra örtüsünü bohça yapıp traktörüne attıktan sonra köy yoluna koyuldu.
Traktörden inerken perçemleri alnını, boynundaki yemeni de başını örtmüştü. Doğduğu topraklara uyumlu görüntüsünün altında zihininde dönüşmüşlerdendi. Köy meydanına varmadan hayır çeşmesinde serinledi:
‘Ölenin ruhu Şad olsun, yaptırandan allah razı olsun, bana da can suyu olsun’
En iyi bildiği sure Fatiha, okuduğu tek yer de bu çeşme başıydı. Yalama olmuş musluktan sicim gibi akmaya devam eden sudan yine rahatsız olmuştu.
‘Akıyor yine boşa, günah’
Günahla da sevapla da işi olmazdı oysa annesinin de köylülerin de iki laflarından biri günahtı.
‘Herkes bir gün kendi vicdanı tarafından yargılanacak, cenneti de cehennemi de o yaşatacak’ derdi de annesi tövbeler üstüne tövbeler ettirir, “başından ekmek çevir ver,” derdi.
Köyün meydanındaki kahvenin önünden lastik pabuçlarını seyrede seyrede evin yolunu tuttu. Göz ucuyla Yusuf’a bakmaya çalıştı ama göremedi. Asmaların altındaki masalarda, başı kasketli, eli tespihli köy meclisi toplanmıştı, belli ki muhtar toplantıya çağırmıştı. Sağlık ocağında, doğum kontrol haplarının artık bedava dağıtılacağı haberiyle en çok köyün erkekleri ilgilenmişti. Bu konu meydanın orta yerine çekmiş hasır taburesini kalkmaya niyetlenmiyordu. Kadınlar toplaştıklarında, sohbet dönüp dolaşıp aynı yere geliyordu:
-Günah değil midir allahın işine karışmak?
-Rabbin gücüne gider de, ya bir daha hiç nasip etmezse bebelerin doğumunu?
-Köy nüfusu yaşlıdır nice olur bu köyün hali gençler gelivermezse arkadan?
-Adamlar anlarlarsa kıyamet kopuverir!
Gülbeyaz tüm bunları duyar da bilmez gibi yapar, bu sıkıcı sohbetlerden kaçabilmeye uğraşırdı.
Ama ya Yusuf’u da doymak bilmez; çocuk üstüne çocuk ister durursa, allah verir rızkını diyiverenlerden olursaydı.
‘Hadi birine verdi ikinciye de verdi diyelim; iş aynı iş, aş aynı aş! Ben deyiverdim sana; hepimizin rızkından kesip de öyle verir diğerlerinin rızkını’ dedim mi oturur düşünürdü elbet.
Eve varmak üzereyken, bir ıslık duydu. O ıslık ki nice söylenmemiş cümlelerin ifadesiydi; gece pencere önünde çalsa “cama çık”, gün ağarmasına yakın çalınsa “gül yüzünü göster, günüm bereketli olsun”, öğle vakti çıkıp gelen bir ıslık “bi öpüverem”…
Meltem başını sağa sola çevirirken başındaki iğne oyalısı omuzlarına kayıverdi, az ileride damın orda gördü gölgesini, hızlı adımlarla vardı yanına.
-Seni beklerim bir saat oldu.
-Günün tam orta vakti ne bilem burdasın, zeytinlik gölgesinde soluklandıydım.
Perçemlerini okşarken, Yusuf’un parmaklarının tütün kokusu, hiç cigaralık içmemiş Gülbeyaz’ı içmeye özendirecek kadar keyiflendiriyordu. O günün öğle vakti birkaç saat ortadan kaybolarak, günah denileni sevabına yapmışlardı. Yusuf kahveye döndüğünde, Gülbeyaz avuçları içine aldığı yanan yanaklarını bir müddet bırakamadı.
‘Traktör tepesinde yandım der geçerim anam sorarsa.’
Annesi saçta lavaş yapmış yanına da buz gibi bir ayran çalkalamıştı. Kapıdan koşar adım girip elindeki yemek bohçasını dolabın üzerine bırakıp bahçede ki çeşmeye koştu. Dönüp, ayranı bir dikişte daha oturmadan bitirmişti.
-Günahtır kız, çömel de öyle iç ne bu haller?
-Anacım tarlada bugün çok boğuştum, traktör arıza verdi, zoru nasıl kolay edeyim, içim yandı.
-Kör olasıca amcan “gelicem yardıma” deyip duruverir ara ki bulasın! Hangi gölgelikte sızmış kalmıştır kim bile… Akşam varıp söylersin de yarın iki adam alıp koşsun bizim işe acık.
Ah abin askerden dönsün hele, bitecek şu çilen.
-Elin şehirlisi gibi gelmez ki yirmi güne, ne gözlersin yolunu, aylar var daha.
Amcasının da yardımıyla başaklar kesilmiş, sararan saplar saman balyaları olup damlarda istiflenmişti. Yusuf’un ıslığı epeydir duyulmaz olmuştu. Gülbeyaz çok merak ediyor, kimselere de soramıyordu. Yusuf’u sorup durur demelerinden, köyün diline düşmekten çekiniyordu. Pazar yerinde nihayet Yusuf’un anasına:
-Ne çok yüklenmişsin Hacer teyze, Yusuf’u da alaydın ya yanına senlik iş mi bu, diyerek ağzını aramıştı.
-Kızım iş başa düştü, benim adam da göbeğini sıvazlamaktan yorgun düşünce ses edemedim kimselere.
-Yusuf niye yalnız koydu seni pazara, bilir ki hastasın.
-Sen bilmiyon demek, Yusuf bir hafta önce şehre gitti.
-Sizin bağların tapusu ile ilgili bir sıkıntı var demiştin anama onu halletmeye herhal?
-Yok, kızım yok bizim oğlanın tapusunu şehre vercez galiba dur bakalım hele.
Gülbeyaz’ın elinde tuttuğu filelerin içine taş dolmuştu, adım atamadı.
-Elindekiler sana yeter bir de bunları yüklendin, kesiliverdi nefesin, taşırım ben bundan sonrasını.
-Yok, Hacer teyze, lastiğim çıktı ayağımdan ondan durakladım.
Ne Hacer devamını getirmişti konuşmanın ne Meltem’in gücü kalmıştı sormaya. Eve dar attı kendini:
-Yusuf şehre gitmiş haberin var mı senin, pazarda anası dedi.
-He, duydum bir şeyler; biz geçen babanın memleketine gittiğimiz yaz aylarında, ilçedeki meslek yüksek mektebinde bir kız varmış, babasının asker arkadaşının kızı, yazın babasının yanına gitmemiş yaz okulumuymuş ona mı kalmış neymiş babası da babasından rica edivermiş: “ Bizim kıza göz kulak oluverin,” diye o da Yusuf’u koşmuş kızın işine gücüne, eee akranlar tabii anlaşmışlar meğer, aralarında söz kesmişler öyle duydumdu en son, demek ki iş ciddiye binmiş.
Anası anlattıkça karnına giren kramplarla odasına koşup sabahlara kadar çırpınıp durdu yün dolu döşeğinde, sandıktaki yemenilerine sarıldı sarıldı ağladı. Sabah bi koşu Hacer’in kapısını çaldı:
– Maya ister annem, ha bi de ‘annem, hayırlısı olsun o okullu kız için gitti herhalde’ diye soruyor.
-He kızım ya dün konuştuk, bir iki güne dönecek, kızın da bizimkinin de gönlü var bu işe çok uzatmayız herhal.
– Selam söyle anana derken, Gülbeyaz tahta kapının öte tarafına geçmişti bile.
Elindeki mayayı fırlattığı gibi eve vardı, odasına çıktı. Anası arka bahçedeki kümeslerin yanındaydı. Dizlerinin üzerine oturup sandığın başında kendisinin bile duymayacağı sessizlikle gözyaşlarını akıttı. Sandıktaki tüm yemenileri tek tek açarak uçlarını birbirlerine bağladı, yemenilerin hepsini boynuna dört beş kez doladı.
Evden çıkarken:
-Anaaaa, diye seslendi.
-Benim tarlada işim var bekler, ben gidip bitiriverem.
-Yumurta kaynıyor, tok tutar.
Ellerine sarıldı anasının:
– Yorma kendini anam, üzme de canını, dediğin gibi; yaradan bilir işini.
-Ne der durursun kız sabah sabah! Şalvarın nerde?
Traktörüyle vardı zeytinliğe; ağacına sarıldı kaldı. Çıktığı dala boynundan çıkardığı yemeninin ucunu bağladı, aşağıya sarkıttı. Yusuf’un elleri ağacın yarı gövdesine kadar uzandı, elleri boynuna dolandı.
Anasının sesini duydu:
-Şalvarın nerde?
-Sandığın üstüne bıraktım…
Hasat sonrası boşalan zeytin dallarında asılı kalmış iki göz; zeytin… Yere düşünceye kadar simsiyah kaldı…
Günah oldu.
Bir cevap yazın