
Harap pantolonunun paçalarını kıvırdıktan sonra bileklerinin suyu kavramasına izin verdi Janet. Güneş gözlerinin üzerine çarpıyor, doğuşuyla denizi olduğundan bir hayli aydınlık gösteriyordu. Denizin kıyısına ayaklarını daldırmış, kaşları çatık bir şekilde deniz kabuğu arayan Janet için bu iyi haberdi. Kabukları ararken denizin yüzeyinde elleriyle halka oluşturuyordu. Bu hoşuna gitmişti. İstemsizce çehresinde soluk yüzünü kapatacak bir gülüş oluşmuştu. Devam etti kabuk aramaya. Biçimsiz kesilmiş tırnaklarının arası kumdan taştığı zaman elinde bulduğu kabuklar ile beraber ayakları da kuma kaçmıştı. Deniz kıyısından ayrıldıktan sonra ev yolundaki taşlardan yardım alarak korumasız ayaklarını kumdan kurtarmıştı. Topladığı taşları iç cebi yırtık olan pantolonuna yerleştirdikten sonra ellerini silkeleyerek yoluna devam etmişti. Güneş tam doğmadan evde olmalıydı. Yoksa ne kendi bedenini ne de kabuklarını koruyabilirdi.
Yaşlı tahta parçalarının evin üzerine düşmesi misali oluşan evine baktı uzun bir süre. Yuva hariç her şeye benzetebilirdi burayı. Zindan, cehennem, korku. Emekleyerek evin dışından kendi yatağının altına açılan boşluğa girdi, burası küf kokuyordu. Hem de o küflü peynirlerden. Normalde bu fikrin Janet’e kötü gelmesi gerekiyordu. Lakin açlıktan sayılan kemikleri peynire ulaşamadığı halde küflüsünü hayal etmeyi seviyordu. Janet, küf kokusunu daha çok almak için boşluğun altına düşen talaşları avucuna aldı ve bir süre onları kokladı, açlığı dinene kadar. Yatağın altına vardığı zaman hızlıca üstüne çıkıp üzerini kumaşla örttü. Tir tir titriyordu korkudan. Acaba yine o adam gelecek miydi? Annesi ile kendisini ölmekten beter edecek miydi yine?
O adam Janet’in babasıydı. O adam Janet’in yuvasını bozan cehennemdi. Korkuydu, annesinin çığlıklarıydı. Bacaklarını kendine çekerek yatakta kıvrıldı. Yok olmak istiyordu. Tahta kapının açılma sesiyle ayaklarını daha çok kendine çekti Janet. Gözlerini kapadı çocuk aklıyla. Uyursa gider zannetti. Ama burnunun ucuna gelen duman kokusuyla gözlerini aralamak zorunda kaldı. Adam, 50’li yaşlarında, sakallarından ve uzun zamandır kestirmediğini bir hayli belli eden saçlarından ötürü yüzünden sadece gözlerinin ve ağzının seçilmesini imkânlı kılıyordu. Eliyle bir nefeste içine çektiği dumanı dışarı üflüyor, nefesinden hırıltılı sesler çıkarırken Napolyon oymalı piposunu iki parmağıyla sıkıştırıyordu. Baktı uzun süre etrafına. Anlamıştı, annesini arıyordu.
“Iri!” öksürdü içlice.
“Irithel! Neredesin? Tefeci Chris geldi dün, para istedi. Neredesin?”
Annesi çıkmıştı karşısına aniden, korkudan dolmuş gözlerle. Janet’in annesi görüp görülebilecek en zarif kadındı. İnce bileklerinden bembeyaz teni onu hafifçe okşuyordu. Zümrüt gözleri ve simsiyah saçları bir meleği andırıyordu. Kavisli burnunun yanındaki küçük beni onu eşsiz kılıyordu.
“Tom.” dedi titreyerek. “Çocuk uyanacak, sus!”
Piposunu Tom’un elinden alıp yavaşça masaya koymuştu ama eli yandığı için de aniden geri çekmişti.
“Bunu burada içmemeni kaç defa söyledim! Kaç sterlin istiyorsun?” Tom Irithel’in bu sözlerine göz devirip devam etmişti.
“Bin İngiltere sterlini kadar.” Annesi ani bir şokla sarsılmıştı.
“Bizde o kadar para yok.”
Tom’un gözleri dönmüştü. Irithel’in bileğini tutup onu Janet’in görüş alanından çıkarmıştı. “Para yok ha! Para yok. Görürsün şimdi parayı!”
“Tom bırak!”
Annesinin çığlıklarını duymuştu Janet. Artık dayanamadı, kaçtı evden. Not bırakmadan gitmek istemedi ama.
“Anne, ben gidiyorum. Uzaklara hem. Belki hazine bulup geri gelirsem hiç bir şey eskisi gibi olmaz. Seni seviyorum anne. Janet”
Geriye Janet’in annesine bir kâğıt bir de annesinin elinin yandığını gören Janet’in kullanırsa iyileşeceğini düşündüğü yara bandı kalmıştı, başı yırtık.
Janet, elinde üç tane taşı yavaşça avucunun içinde hareket ettirirken bir ay önce yaptığı sandalını yavaşça denize ittiriyordu. Taşları kuma bıraktı ve cebine sıkıştırdığı kuru ekmeğinden büyük bir ısırık aldı, evden çalmıştı. Sandalın üzerinde denizde sallanan Janet, iplerle tahta parçalarının birleştiği bölüme döktüğü hazinelerine usulca baktı. Talaş, deniz kabuğu ve ekmek. Öyle bir gülümsemişti ki bu varlığa, önünde dünyalar vardı sanki. Ne gariptir ki Janet’in dünyası da buydu. Aradan bir iki, iki üç gün geçti. Janet’in umutları tek tek tükenmeye başladı. Sırt üstü sandalda uzanmışken gün ışığının minik bedenini selamlamasına izin veriyordu. Derken üzerinde birden çok gölge hissetti. Gözünü tekrardan aralayınca üç çehre gördü. Bunlar siyah televizyonda gördüğü üç çocuktu. Ona yardıma mı gelmişlerdi? Janet hemen ayaklandı. Hepsine bir bir baktı:
“Ben sizi tanıyorum.” dedi. İşaret parmağıyla hepsini işaretleyerek devam etti.
“Alex, Arthur, Axe. Üçlü kardeşler. Bana yardıma mı geldiniz?”
Hepsi başını onaylarcasına sallamıştı Janet’e. Janet, heyecanla sandalın üzerinde bağdaş kurup hikâyesini arkadaşlarına anlatmıştı. Sandalın üzerinde oyunlar oynayıp keyifli vakit geçirmişlerdi. Janet ömrümde bu kadar mutlu olduğunu hatırlamıyordu. Güneş, yerini Ay’a bıraktığında deniz dalgalanmaya, sandal parçalamaya başlamıştı. Janet kıpırtılara uyanmıştı. Üç arkadaşının da yanında yattığını görmüştü. Aniden sandal dalgaların şiddetiyle parçalandı. Janet okyanusun içinde çırpınarak yüzeye ulaşmaya çalıştı. Arkadaşları neredeydi? Onlar da boğuluyorlar mıydı acaba, diye düşündü. Denizin dibindeyken yüzeyde üç siluet gördü, arkadaşlarını. Hepsi ona ağlayarak bakıyordu. Janet’in ruhu yeryüzünden, üç arkadaşı olarak gördüğü hayalleri de okyanus yüzeyinden silindi.
“Jack, ağlara takılan bir şey var, dikkatli bakmamız lazım!”
İki balıkçı okyanusun derinliklerinde balık avına çıkmışlardı. Dikkatle ağlarına takılan şeyi çıkarttılar.
“Simon, bu ceset, kemikleri kalmış.”
Jack titreyen ellerle ağların arasında duran minik kafatasına ve kemiklere baktı.
“Kim bilir nasıl öldü?” dedi ve ağlamaya başladı.
Jack’in bilmediği, ölen çocuğun umutlarının da öldüğü; annesinin arkasından canına kıydığı, ölürken görülen hayaller ve hepsinin sorumluluğunun kanlarında dolaştığıydı. Sizin bilmediğiniz şey ise Jack’in tefeci Chris’in torunu olmasıydı. Belki dünyanın her yerinde değiliz ama yaşattıklarımız her yerde. Ruhunu, duygularını katlettiklerimiz her yerde. Janet’in bedeni değil, ruhu öldürüldü. Gördüğü siluetler ölen ruhunun aklıyla oyunuydu, yaşayamadığı çocukluğuydu. Unutmayın; her nefes bir gün duracak, kaderiniz bilmeden aldığınız veballer olacak.
Kirpi Edebiyat ve Düşün Dergisi olarak öyküsü için Hacı Sabancı Anadolu Lisesi “Yaratıcı Yazarlık Kulübü Öğrencilerinden 9F Sınıfı Beren GÖKHAN‘a teşekkür ederiz.