Sen plan yaparken kader gülermiş ya, her neredeyse oradan bize de kahkahalarla güldü herhalde…
Yolda olmak güzeldir, diyerek yola koyuluyorsun, dağları tepeleri aşıyorsun, denizlere koylara varıyorsun. Yağmurdan kaçmıyorsun, hatta doluya bile tutuluyorsun ve bunlardan keyif alıyorsun…
Dört günlüğüne şehirden kaçmışsın ya da kaçtığını sanıyorsun. Nereden bileceksin devrisi gün o şehrin alt üst olup peşinden geleceğini!
Kıvrım kıvrım bir dağ yolunu çıkarken geliyor haber. Anlamıyorsun önce. Kafana dank ettiğinde aklına ilk canının diğer yarısı geliyor. Onu az önce dağılmış olan o şehirde bırakmışsın. Tam da bir virajda duruyorsun o sırada. E burada her şey normal; güneş parlıyor, çam ağaçları kokularını salmış, ortalıkta sonbaharın şahane renkleri, her şey yerli yerinde. Nasıl olabilir, orası nasıl o kadar karışabilir?
Canının öte yarısının iyi haberini aldığında tamamlanıyorsun, tuttuğun nefesi bırakıyorsun ama sadece o an için.
Gelen telefonlardan ve görüntülerden anlıyorsun ki şehirde korkunç şeyler oluyor. Sadece canın değil, evin barkın, işin gücün, ailen yakınların, dostların arkadaşların, tüm hayatın orada. Sen hayatının seninle beraber o geziye çıktığını, yağmurun, dolunun, bulutların, çam ormanlarının keyfini sürdüğünü sanıyordun, değil mi?
Ne kadar yanılmışsın.
Bir kez daha anlıyorsun; hayat sadece bulunduğun yerde değil, nefesinin yettiği her yerde!
Bazı virajlar da geriye dönmek içindir. Öyle yapıyorsun. Hemen, alelacele. O kadar ileri gitmişsin ki şehrine ulaşmak biraz zaman alacak ama yolda olmak iyidir. Kulağına kahkaha sesleri geliyor. Kadere ters ters bakıyorsun, elinden başka bir şey gelmiyor. Kervan yolda düzülür, diye bağırıyorsun ve kader duyuyor mu diye merak ediyorsun.
Şehre giriş çıkışların kapatıldığı haberi geliyor. Bir şehre girmenin ve çıkmanın yasak olması ne demek bilmiyorsun. Hiç yaşamamışsın. İçinde bir isyan dalgası yükseliyor. Tıpkı o şehrin sahillerini vuran deli dalgalar gibi. Gireriz biz, diye çığlık atıyorsun sen. Gireriz tabii, diyor yanındakiler. Canlarımız orada. Nasıl almazsınız bizi içeri? Yan yol, üst yol, alt yol, uzun yol, kısa yol, hepsine bakıyorsun. Olmadı tünel kazacaksın. İçeriden dışarıya değil, dışarıdan içeriye.
Gerek kalmıyor. Gece ilerleyince yollar açılıyor. Sevdiklerin iyi ama şehre girince neyle karşılaşacağını bilmiyorsun. Vakit sabaha ilerliyor. Senin geçtiğin yerlerde binalar ayakta. Sokaklarda ateşlerin başına toplanmış insanlar var. Ortalık hiç olmadığı kadar sessiz.
Başını soktuğun dam sağlam. Yerler cam kırığı içinde. Ne kadar çok şey kırılmış, dökülmüş, devrilmiş, dağılmış. O iki kuş biblosundan flamingo olanı nasıl oluyor da yerinden kıpırdamamış da kuğu olanı düşüp boynunu kırmış, anlamıyorsun. Felsefe kitaplarıyla klasikler yerlere dağılmış ama dergiler nasıl oluyor da raflarda sımsıkı birbirine sarılmış, anlam veremiyorsun. Birbirinden tombul o iki cam şişenin mavi olanı tuzla buz olmuş da yeşili hâlâ niye kibirle yerinde duruyor ki? Kaktüsler sapasağlam dikleniyor ama sardunyan yerde tozun toprağın, saksı kırıklarının arasında ölüme direniyor.
Canının öteki yarısı iyi.
Şükretmeye bildiğin sözcükler yetmiyor.
Bu arada şehir sallanmaya devam ediyor. Artık sen de içindesin.
Telefonun hiç susmuyor. Kimler kimler arıyor. Çok sevdiğin ama araya yıllar yollar girdiği için görüşmediğin bir dostunun çok uzaktaki başka bir şehirde ağlaması kalbini acıtıyor. Tamam, diyorsun. Dostluk buymuş işte. Onunla kaldığın yerden devam edeceksin. Bir çetele tutmuyorsun da merak edenleri, arayanları, soranları kalbine, gönlüne yazıyorsun. Meğer acıda kederde aranmak ne kadar değerliymiş. Bunu bir babanın ölümünde anlamıştın bir de şimdi anlıyorsun. Çok yaşayın siz, diyorsun hem içinden hem de dışından. Siz çok yaşayın.
Sen iyisin, canların iyi ama çok uzağında değil, az ötende bazıları hiç iyi değil.
İyi olduğun için neredeyse utanıyorsun.
Sen o gece yatağında uyuyorsun ama çok uzağında değil, az ötende bazılarına uyku haram.
Sen sarılıyorsun ama az ötende bazıları canlarının üzerini toprakla örtüyor.
Sabır diliyorsun, tam da göğsünün sol yanından. Bunun sabrı nasıl olur, bilmiyorsun.
Öğrenmek de istemiyorsun.
Bunun için de utanıyorsun.
Bu aralar tüm şükürlerinden utanıyorsun.
Başını kaldırıp etrafına baktığında ağzı dili dolu, kalbi vicdanı boş ne çok insan olduğunu görüyorsun.
Gözleri hiç doymayan, işlerini iyi yapmayan bu insan müsveddelerinin bu kadar çok canın ölümüne sebep olmalarından rahatsızlık duyup duymadıklarını merak ediyorsun. Ölümleri üzerlerine alıp almadıklarından pek emin olamıyorsun.
Kumun betonun altından çıkarılan bir bebeğin tozlu alnını öpmek istiyorsun Kurtaran ellere sarılmak istiyorsun. Mucize, diyorlar, inanıyorsun. Mucizelere inanmak istiyorsun. Sonra mucizenin arkasındaki acizliğin farkına varıyorsun, çok kızıyorsun. O bebeğin o mezarda ne işi var? Kim gömdü onu oraya?
Pırıltılı sevinçlere arkanı dönüyorsun.
Böyle olmamalı, olmamalı.
Biz başka mucizelere sevinmeliyiz.
Acılardan baş verenlere değil.
Diyorsun. Bağırıyorsun.
Sesini duyan yok!
Sonra yine şükrediyorsun, yine utanıyorsun.
Dünyanın bilmem neresinden aldığın cam biblo kırıldı diye üzülüyorsun, üzüldüğüne üzülüyorsun.
Dostunla kaldığın yerden devam ettiğin için mutlu oluyorsun, yine üzülüyorsun.
Mezarlardan çıkarılan acılı çocuk yüzlerine çok ağlıyorsun.
Dağılan çiçeklerini topluyorsun, inadına yenilerini ekiyorsun.
Geriye gölgeli şükürler, cam kırıkları, tozlu yüzler, utanmaz arlanmazlarla çok utananlar ve alt üst olmuş bir şehir kalıyor.
Bir cevap yazın