Bir ağıttı, içinde acı, zulüm ve ölümü barındıran. Bir matadorun hikâyesiydi belki de. Genç erkek dansçının kıvrak hareketleri bana bunu çağrıştırıyordu. Sıkı pantolonu, bedenine neredeyse yapışmış gömleği ve daracık ceketiyle baştan aşağıya siyaha bürünmüştü. Koyu kumral saçlarını geriye taramış, yüzünün her ayrıntısı tamamen ortaya çıkmıştı. Dansçının arkasına sıralanmış gözleri yarı kapalı gitaristler çaldıkları müziğin içinde geziniyorlar, ezginin iniş ve çıkışlarıyla nefes alıp veriyorlardı. Şarkıcı kadın elleriyle ve ayaklarıyla tempo tutuyor, yanık sesiyle söylediği canteyle dokunaklı öyküyü anlatıyordu:
Boğa matadora tüm gücüyle saldırıyordu. Şişlerle yaralanmış hayvanın öfkesi ve nefreti matador muletayı her sallayışında kat be kat artıyordu. Hırçın ve asi hayvan inatla direniyordu ölüme ve matadora. Gövdesinden akan kana rağmen mücadelesine devam ediyordu ta ki en son ölümcül darbeyi alana kadar. Matador kılıcını hayvana sertçe sapladı, hayvan yere düştü. Zaferinin yüzünde yarattığı gülümsemesiyle başı dik ve mağrur halkı selamladı genç adam. Ve artık son selamını vermişken aniden ayaklandı boğa. Seyircilerden çığlıklar yükseldi, boğanın bu beklenmedik canlanışıyla. Son gücünü kullanan hayvan boynuzlarına taktı matadoru, yerden yere vurarak sürükledi ve gövdesine saplanan her şişin intikamını aldı. Kimse onu elinden alamadı. En sonunda boğa ve matador yere serildiler, kanları birbirine karıştı. Kazanan sadece ölümdü. Ölümün hüzünlü dansı izleyen herkesi sardı.
Ya da sadece beni! Dansın ve müziğin ve şu yakışıklı dansçının büyüsüne kapılmış, ‘‘Ole! Ole!’’ diye bağırıyordum. Rehberimiz öyle söylemişti çünkü. Müzik sustuğunda ise ortada benden başka bağıran yoktu. Oturduğum yerde küçülüp, yerden bir şey alırmış gibi yaptım. Sonra kendimi toparladım, gözlerimi istemesem de sahneden etrafa doğru kaydırdım.
Şirketin geleneksel moral gecesi, kuruluşunun yirminci yılı münasebetiyle İspanya’da yapılacaktı bu sene. Üç günlük bedava tatil! Patronlar hiçbir masraftan kaçmadılar nedense. Her zaman öküz altında buzağı arayan biz çalışanlar da türlü rivayetler ürettik. Sonuçta işte buradaydık ve gezinin son akşam yemeğiydi. Yıllardır türlü bahaneler yaratıp katılmamıştım şirketteki sosyal faaliyetlere. İspanya’yı duyar duymaz da adını yazdıran ilk ben olmuştum.
Paella ile birlikte içilen şarap herkesi çarpmış görünüyordu. Zira kadehler bir dolup bir boşalıyor, garsonlar etrafımızda fır dönüyordu. İçkiyle oldum olası aram yoktur. Tek ayık bendim anlaşılan. Sahnenin önüne sıralanmış yuvarlak masalara gelişigüzel oturmuştuk. Gazino bu gece bizim için kapatılmıştı.
Baılaor sahneden ayrıldıktan sonra, müzisyenler de selam verip kısa bir ara veriyorlar. Fırsattan istifade önümdeki yemeği bitirmeye çalışıyorum.
Karşımda İnsan Kaynakları Müdiresi Aylin Hanım, onun yanında da Proje Yönetim’den Mehmet Bey var. Bir ara gözüm Mehmet Bey’e takılıyor. Aylin Hanım’ın kulağına bir şeyler fısıldıyor. Aylin Hanım dudaklarını büzmüş, gülmekle ağlamak arasında bir yerlerde gezinip duruyor. Baygın gözlerini uzakta bir noktaya dikiyor. Mehmet Bey kendi kendine kahkaha atmaya başlıyor. O saçma fıkralarından birini anlatmış olmalı. Aylin Hanım’ın yanında Kalite Kontrol’den aramıza bu sene katılmış olan Yeliz oturuyor. Telefonuyla mesaj yazmaya kendisini öyle kaptırmıştı ki dansı bile izlememiş anlaşılan. Galiba her fırsatta bahsettiği ve bütün şirketin artık tanıdığı erkek arkadaşıyla yine kavga ediyor. Parmaklarının hızını takip edemiyorum. Yeliz’in yanındaki genç mühendis arkadaşımız Tarık, arada sırada onun yazdıklarına bakıyor, kendi kendine yorumlar yapıyor. Yeliz’in onu dinlediği yok. Kadehindeki son şarap damlasını da kafasına diktikten sonra yerinden fırlıyor. Yerden yüksek sahneye atıyor kendini. Sahneye çıkarken bir bacağını çarpıyor, aksayarak da olsa sahnenin ortasına gelip duruyor. Tekrar sahneye dönmüş olan Flamenko grubu Tarık’a ters ters bakıyor. Müzik birdenbire kesiliyor, erkek dansçının ardından sahne alan kadın dansçı son figürünü yapıp dansı sonlandırıyor. Tarık’ın yayvan sesi gazinoda yankılanıyor o an. ‘‘Ankara’nın bağları da büklüm büklüm yolları, ne zaman sarhoş oldun da, kaldıramıyon kolları..’’ Kollarını iki yana açmış, kendi etrafında dönmeye başlıyor Tarık. Ankara’nın Bağlarını duyan Satın Alma Müdürü Kayhan Bey, hemen cep telefonundan youtube bağlanıyor. Artık salonda Ankara türküsü çalıyor. Olaya Genel Müdür’ün Yönetici Asistanı Yasemin Hanım’da dâhil oluyor. Sahneye çıkıp İspanyol müzisyenlere Ankara’nın Bağlarını dinletiyor telefonundan. Yaşlı gitarist türküyü biraz dinledikten sonra Ankara’nın Bağlarının gitar versiyonunu o anda icra ediyor. Masalardan yükselen alkışlar ve ıslıklar eşliğinde sahneye üç beş kişi daha doluşuyor. Her zaman ciddi görünümlü, hanım hanımcık bilgisayar mühendisimiz Esma Hanım masalara dağıtılan karanfillerden birini ağzına alıyor, kendine sahnede küçük bir yer açıyor. İçinden 9/8’lik bir kadın çıkıyor. Genel Müdür Yardımcısı Hayri Bey, koca göbeğiyle insanları yararak olduğu yerde duran dansçı kızın önüne atılıyor. Kız, ne tür bir dansın içine düştüğünü anlayamadan iri adamın elinde bir o yana bir bu yana sallanıp duruyor. Dakikalarca süren bu durumdan Flamenko Grubu adım adım sahneyi terk ederek uzaklaşıyor. Güzeller güzeli dansçı kız bir fırsatını bulup Hayri Bey’in elinden zor bela kurtuluyor. Geçen sene kendisinden yirmi yaş küçük bir kadınla üçüncü evliliğini yapan Hayri Bey, dansçının arkasından, ‘‘ Daha evlenme bile teklif etmemiştim be ya! ’’ Diye bağırıyor.
Sahne tamamen bizim şirketin çalışanlarına kalınca İspanya’daki Flamenko gecemiz damat halayından, miskete, göbek havasına kadar tüm performansların sergilenmesiyle sona eriyor.
Bir cevap yazın