Yaşlı kadın pencerenin önünde tülü açmadan dışarı bakıyordu. Birinin yolunu gözlediği her halinden belliydi. Giyinmiş kuşanmış, takmış takıştırmıştı. Siyaha boyadığı ak saçlarını arada bir düzeltiyor, dilini kuruyan dudaklarında dolaştırıyordu. Gözü saate kaydığı anlar hariç, hüzünlü bakışlarını bahçe kapısından bir türlü alamıyordu. Altın sarısı yorgun yaprakları son anlarında mutlu etmeye çalışırcasına aydınlatan güneş binaların gölgesini uzatırken boşuna beklediğini düşündü, mırıldandı: “Gelmeyecekler.” Karamsarlığa kapıldı. Pencerenin önünden ayrıldı. Ağır adımlarla, hiç bitmeyecekmiş hissi uyandıran mesafeyi kat ettiğinde kendini koltuğa bırakıverdi. Kolunu kaldıracak gücü dahi kalmamıştı.
Sessizliği bozan tik taklar kafasının içinde yankılandığında gözleri duvardaki saate takıldı. Geçmişten hızla uzaklaşan saate her baktığında hüznü koyulaşırken bu kez yüreği kıpır kıpır etti. Gülümsediğinde yüzündeki kırışıklar derinleşti, yalnızlığına eşlik eden yorgun sesiyle söylendi: “Ah, yaşlılık işte! Nasıl düşünemedim? İş çıkışını bekliyorlardır. Daha mesaileri yeni bitiyor. Muhakkak gelirler. Herhalde yeni yuvamdaki ilk doğum günümde yalnız bırakmazlar beni.” Koltuk olmasa yayılıp dağılacak gibi duran o beden birden canlanıverdi. Kendisinden beklenmeyecek çeviklikle yerinden kalktı, pencerenin önüne geçti. Günboyu beklediği yerde dikildi. Bu kez tülü açtı, pencereyi araladı. Derin bir nefes aldı. İçi içine sığmıyor, sabırsızlandıkça yüreği sıkışıyordu. Tek tek kimlerin geleceğini tahmin etmeye çalıştı: “Vedat gelir biir! Özlem gelir ikiii! Annelerini böyle bir günde yalnız bırakacak değiller ya! Vedat’ın karısı gelmez. Damat iyidir mutlaka gelir. Bakalım torunlardan hangileri gelecek?”
Gözleri bahçe kapısında misafirlerini bekliyordu. Bir ara gözü, artık kahverengine çalan çınar yaprağına takıldı. Apartmanların arasından süzülen bir tutam güneş üstüne düştüğünde hayata tutunmak istercesine hareketlenen yaprak, sallandıkça kendi sonunu hızlandırıyordu farkına varmadan. Yaşlı kadının gözleri bahçe kapısıyla o yaprak arasında salınıp durdu; ta ki çınar bir eksilinceye kadar. Kırk yıl düşünse bir yaprağın ardından bu kadar hüzünlenebileceği aklına gelmezdi. Yuvasından kopan kuru yaprakların buluşma anında yüreğinin derinliklerinde hissettiği acı tarifsizdi. Ancak geri gelmeyecek zamanlar insanın canını bu denli yakabilirdi. Tam o anda çalan kapı imdadına yetişti. “Tamam! Sonunda geldiler” diye aklından geçirirken kapı sessizce açılıverdi.
Açılan kapıdan elinde tepsiyle kızı girdi. Fincanları sehpaya koydu, annesinin yanı başındaki koltuğa oturdu. Neden geldiğini tahmin ediyorsa da o ana kadar tek kelime etmemişti. Konuyu kızının açmasını bekliyordu. Kahvelerinden birer yudum almışlardı ki, yüreğini sıkıştıran soru dolu yük genç kadının dilinden zorla da olsa dökülüverdi.
-Anne! Biliyorsun Yaşar neredeyse bir yıldır işsizdi. Ben de hamilelik doğum derken altı-yedi aydır evdeyim. Durumumuz pek içi açıcı değil. Yaşar sonunda yeni bir iş buldu. Ama ücret çok komik. Yine de mecburiyetten kabul etti. Bizim şirket de bir an önce işbaşı yapmamı istiyor. Direnecek gücümüz yok. Ne yapacağımı bilemiyorum.
– Özlem! Güzel kızım. Bir an önce işe başlayacaksın elbette.
– O kadar kolay değil!
– Nedenmiş o bakayım?
– Özge daha dört aylık. Sinan desen üç yaşında.
– Kızım! Bunda üzülecek ne var? Özge’ye bakacak aklı başında bir kadın tutacaksın. Sinan’ı da kreşe vereceksin.
– Ben de biliyorum… ama para nerde? İki yakamızı bir araya getiremiyoruz. Borç boğazı aştı. Bankalar peşimizi bırakmıyor.
– İyi de ben ne yapabilirim?
– Kendimizi toparlayana kadar çocukları sana …
Kızının sözünü tamamlamasına müsaade etmedi.
– Çok zor kızım.
– Neden anneciğim?
– Eğer senin çocukları bakmayı kabul edersem bizim gelinin damarına basmış oluruz? “Bizimkiler torun değil miydi? Evlat ayrımı yapıyorsun” diye başlar, her gün başımın etini yer valla. Ağabeyin de alınır.
– Bunları ben de düşündüm. Yanına gelmeden onları ziyaret ettim. Abim de yengem de sağ olsunlar, “sen yeter ki Nimet Hanımı razı et, gerekirse biz de konuşuruz” dediler.
– Öyle derler, ama vakti gelince başıma kakarlar.
– Varsın söylesinler. Sen bu çocukların anneannesi değil misin?
– Öyle ama… sen de beni anla biraz! Yaşım geldi geçiyor. Şurada kaç günlük ömrüm kaldı? Benim de yaşamaya hakkım var. En büyük şahidi sensin hasta babanla yıllarca nasıl uğraştığımın. Ömrümün kalanını biraz rahat geçirmek istiyorum. Üstelik, sen de biliyorsun ki, bir aya kalmadan yazlığa gideceğim. Oradaki arkadaşlarla aylar öncesinden Akdeniz turu ayarlamıştık. Onları yarı yolda bırakamam.
– Arkadaşlarını yarı yolda bırakamazsın. Ama torunlarını?..
– Kızım ileri gidiyorsun! Sonradan üzüleceğin şeyler söyleme.
Öfkeden yüzü kızaran genç kadın yerinden kalktı, gözleri yaşlı, çantasını kaptığı gibi fırladı. Geldiğinde çantasından çıkarttığı fakat annesine verme fırsatı bulamadığı fotoğrafları fiskos masasında unuttuğunu çok sonra fark edecekti. Odayı terk ederken hiddetle söyleniyordu:
– Sen de sonradan pişmanlık duyacağın şeyler söyleme derim.
Nimet Hanımın son sözleri genç kadının ardı sıra saldırıya geçtiyse de salonun kapısına çarptı sadece: “Doğururken bana mı sordunuz? Bakamayacağınız çocuğu niye yaptınız? Doğum kontrolü denilen şeyi size ben mi öğreteceğim?”
Yarım saate kalmadan öfkesi geçen Nimet Hanım yerinden kalktığında fiskos masasındaki fotoğrafları fark etti. Özge’nin fotoğraflarına bakarken mırıldandı: “Seni ne kadar çok sevdiğimi bilemezsin. Ama benim de yaşamaya hakkım var. Şunun şurasında kaç yıl ömrüm kaldı. Anneannene kızma yavrum.”
Üç yıl görüşmeyen ana kız bir bayram vakti barıştılar. İkisi de o gün yaşanmamış gibi davrandı. Sadece, unutulan fotoğrafları çıkarttı Nimet Hanım. Kızının yanında fotoğraflarından sevdi torunu Özge’yi; aynı o gün kızının ardından yaptığı gibi. Özge de diğer torunları da onu, gittiği yurtdışı seyahatlerinden getirdiği, doğum günlerinde aldığı pahalı oyuncaklarla sevdiler. Oyuncakların hiçbiri bozulmadı, eskimedi; büyükannelerine dokundukları kadar dokundular onlara. Yaşlanmayı kabul edemeyen Nimet Hanıma nasıl seslenmeleri gerektiğini bilemediler bir türlü. Dilleri dönmedi yürek dolusu anneanne, babaanne demeye. Sanki, bilmedikleri bir dilden ezberledikleri birkaç sözcükle sesleniyor gibiydiler arkadaş, abla rolü oynamaya çalışan Nimet Hanıma. Seyirciler değilse de o, kendisinin iyi bir oyuncu olduğunu düşünüyordu. Belki de ancak beklediği alkışları duyamadığında tek başına kaldığı sahnede uzun zamandır boş salona oynadığını anlayacaktı. Fakat o gün boş koltuklar acı gerçeği yüzüne vuracaktı; yeni bir rol kapma şansı bulamayacağı gerçeğini. Onu sahnede ayakta tutacak kimse bırakmamıştı ortalıkta. Kendine itiraf edemiyorsa da daha şimdiden tek kişilik oyunu kaldırabilecek gücü kalmamıştı. Keşkeler olmasaydı, kim bilir belki de vakit geldiğinde Özge sahnenin bir köşesinde oturup, o masaldaki gibi tahta çanaklar, tahta kaşıklar yapacaktı hak ettiği ilgiyi, saygıyı göremeyen anneannesine uzatılması gereken elleri harekete geçirmek için.
Çalan kapı yüreğini kıpır kıpır etti. “Tamam! Sonunda geldiler” diye aklından geçirirken kapı sessizce açılıverdi. Kapıldığı birkaç saniyelik coşku seli ancak bu kadar yıkıcı olabilirdi. Her huzurevi sakininin doğum gününde depodan çıkarttırdığı dört katlı, gösterişli maket pastanın mumlarını yakmış huzurevi müdiresi servis arabasıyla odaya girdi; peşi sıra iki görevli, birkaç da yaşlı. Nimet Hanımın doğum gününü kutladılar. Gelmeden hazırladıkları plastik tabaklardaki küçük pasta dilimlerini mumları söndürdükten sonra ona ve diğer yaşlılara ikram ettiler. Plastik çatallar ses çıkartmıyordu tabaklara dokunduklarında. Plastik bardalardaki limonatanın da rengi yoktu sanki. Uzun sürmeyen kutlama bittiğinde, ucu bucağı görünmeyen plastik yalnızlığın orta yerindeydi Nimet Hanım. Yaşarken fark edemedikleri şimdi yüreği oluvermişti; yaralı yüreği.
Bir cevap yazın