Yaşamın tanımı sorulduğunda hepimiz klasikleşen aynı cevabı vermişizdir; geçmiş ve yahut günümüzde. Peki nedir bu tanım ?
İnsan; doğar, büyür ve ölür. Söylemesi ve yazması ne kadar da kolay değil mi ? Beş kelime, dokuz hece. Düşünebiliyor musunuz, insan yaşamını beş kelime ve dokuz heceye indirgiyoruz. Oysa bu eylemlerin her biri ne kadar uzun zaman alıyor ve zorluyor bizleri. Hatta zorlu olmasından dolayı bize uzunmuş gibi geliyor belki de ama bakıldığında hangi yaşam diğerinden kolay ki ? Aslında herkesin yaşamı kendine zor ve ağır. Diğerinin ki ne kadar da kolay gelir bir diğerine. Herkesin imtihanı kendine ağır, diğerine oyuncak. Bu böyle biliniyor her zaman. Değişmedi ve değişmeyecek. Bizler bütün zorluklardan sadece kendimizin geçtiğini düşünürüz ve hatta çoğu zaman Allah’a isyan bayraklarını kaldırırız. Sanki Allah bütün yükü bizim omuzlarımıza yüklemiş zannederiz. Diğerini ise rahat yaşamı ile suçlarız. Rahat yaşam tanımı var bir de değil mi ? Ne ola ki bu herkesin rahat yaşam tanımı ? Herkesin rahat yaşam tanımı kendinden daha iyi olandır her zaman. Mevcut durum gözümüze hiçbir zaman güzel görünmez. Peki bu daha iyi yaşamın bir sınırı var mı ? Elbette ki yok, biz insanlara göre. Dünyanın en zengin insanı bile olsak ‘daha iyi nasıl yaşarım’ ın peşinde koşarız. Koşmam dediğinizi duyar gibiyim ama öyle olmuyor işte. İnsanoğlu hep daha fazlasını istemiştir ve isteyecektir de. Bu değişmez bir kuraldır. Allah bizleri bu dengede böyle yaratmış ama nefsimize bir şekilde dur dediğimiz vakit bu dengeyi de değiştirebiliriz belki. Peki nasıl dur diyeceğiz bu nefslere ? Bunu başarabilen insan sayısını önünüze dökmek isterdim ama böyle bir istatistik çıkarmak bile bence nefsimize ters düşer. Nasıl mı ? Diyelim ki, böyle bir istatistik yapıldı. Bu kez de herkes bunun yarışına girecek. Daha iyi nasıl kendime dur diyebilirim. Bu kötü birşey olmasa gerek ama görüyoruz ki her alanda bu daha iyi olma kavramı karşımıza çıkacaktır. Çünkü düzen bu, fıtrat bu.
Bizden daha iyi ve yahut daha kötülerini görmek için, hatta sırf bu yüzden şehrin sokaklarını karış karış gezdiğiniz oldu mu ? Eğer olmadıysa kendinize bu fırsatı verin. Ne de olsa dünya bizim etrafımızda dönmüyor. Daha başka kimlerin etrafında da dönüyor bilmeliyiz.
Şehrin en lüks semti size göre A ilçesindeyken diğerinin en lüks semti B ilçesinde olabilir. Bunu diğer bir kişi ile kıyasladığımızda dahi kendi yaşamımızı rahatlıkla görebiliriz. Belki bu şekilde bile anlayabiliriz yaşamımızdaki eksik ve yahut fazlalıkları. Aslında bakarsanız Allah dünyaya gelen her bir canlının ölümüne dek olan süre içerisinde bir rızk vermiştir. Bunu sadece insan olarak görmeyin. Rızkımız biz doğmadan belirlenmiştir. Buna biz neden diye soramayız bile. Ki zaten rızkı fazla verilen insan aslında bir nevi onunla imtihan ediliyordur ve Allah birine rızkı fazla veriyor diye onu bizden çok seviyor diye algılamamalıyız. Bizim rızkımızı da onlara vermiştir ve o bize verecek olan insan da Allah ile bizim aramızdaki aracı olur ve o kişi verip vermemekle imtihan olur. Rızkı az olan ise isyan edip etmemesi, diğerinin rızkına göz koyup koymaması ile imtihan olur. Görülüyor ki herkesin imtihanları farklı farklı. Aslında herşey eşittir ama Allah bize eksik vermesi ile davranışlarımız sayesinde imtihan eder. Ne de olsa düşünme yetimiz vardır. Evet, fıtratımız doymak bilmez ama biz bunu iman gücümüz ile sınırlandırabiliriz az-çok.
Şimdi iki farklı yaşamı ele alalım. Biri şehrin en lüks semtinde yaşayan bir aile, diğeri ise şehrin en eski ve en ücra, belki de çoğumuzun “ya hu burada yaşanır mı?” dediği semtte yaşayan bir aile. En lüks yaşam deyince zaten hepimizin kafasının üzerindeki baloncuklarda hayalimiz canlanır. Fakat, nedendir bilinmez en ücra köşesi deyince kafamızda o ücrayı bir türlü canlandıramayız ya da canlandırmak istemeyiz. Zaten bize göre şehrin en ücra köşesinde yaşayan her zaman kendimizizdir. Ta ki bizden kötü yaşayanları görene kadar. Evet, her zaman bizden kötülerini düşünmemiz öğütlenir bizlere ama bu ne kadar da yanlıştır oysaki. Sırf bu sebepten şükretmek bile acizlik hali gibi geliyor benim lügatımda. Önemli olan onları bilmeden, görmeden de şükredebilmek. Zira daha kötülerini görünce herkes yapabilir bunu. Zaten bizlere neyin mutluluk getireceğini de bilemeyiz. Lüks yaşamında mutluluk getirdiği görülmemiştir zaten hiçbir zaman.
Bu şehrin en ücra köşelerinin birinde adım adım ilerlerken hava o kadar soğuktu ki. O soğuğu tanımlarken bile insanın kanı donacak gibi oluyor adeta. Tam o sırada bir evden iki küçük kız çıkıveriyor. Hatta ev bile denilmez. Dönüp bir ev diye tanımladığım yere bakıyorum bir de o iki küçük kıza. Üzerlerinde belki de kimin eskisini giydiklerinden bile habersizler. Montları var ama montlar giyilecek durumda değil; en azından üzerlerine onu giyebilmişler diye bile seviniyor insan. Sonra ellerimi yumruk yapıp yürümeye devam ederken üzerimdeki montu incelemeye koyuluyorum ve o an “Neden Allah’ım? ” diye geçiyor içimden. Fakat bu uzun sürmüyor. Gözüm tekrar kayıyor o iki küçük kıza. Ayaklarında yazlık iki terlik ve çorapları dahi yok. Yerde ise artık buz tutmaya başlamış kar var, hatta yağmaya da devam ediyor. Ayaklarımın içinde bulunduğu ayakkabıya kayıyor gözlerim. Kalın çoraplarıma mı, onların içindeki ayaklarıma mı, yoksa ayakkabıma şükredeyim bilemiyorum. Hatta şükretmek ile lanet etmek arasında gidip geliyorum. Oysaki ayakkabılarım yepisyeni ve ben önceki gün yeni ayakkabı almak için babamdan para almışım. Ayakkabım varken bilmem kaçıncı ayakkabımı almak için hususi para harcamama lanet etmek geçiyor içimden o an. Oysa burada bu iki küçük kız bu soğuğa rağmen ve ayaklarında belki de bizim tuvaletlerimizde dahi kullanmayacağımız terlikler ile yüzlerinden tebessüm eksik olmuyor. Soldaki küçük kızın burnu akıyor birden. Peçete uzatmaya çekiniyor insan. Burnunu koluna siliyor ve tekrar gülüyor. Peçete onlar için kim bilir ne anlama geliyor ama biz anlayamıyoruz bunu. Anlasak bile o an için anlıyoruz. Birkaç saate yine kendi yaşamımıza dönünce unutur gideriz ama ya onlar ?
Kolumuzdaki fotoğraf makinelerine sarılıyoruz, fotoğraflamak için. Çocuklar bu işi hobi olarak yaptığımızı bile bilmiyor. “Hangi kanalda çıkacağız, biz de meşhur olacağız değil mi?” diye soru yöneltiyorlar. Üzülüyorum o an bu fotoğraf tutkuma. Bizim hobi olarak gördüğümüzü, para karşılığı olarak yaptığımızı zannediyorlar. Ne de olsa elimizdeki makineler büyük para eden cinsten. İzin veriyorlar ve karşılığında sizden kimileri çektiğiniz fotoğrafların kağıt baskısını getirmenizi isterken kimileri de para istiyor. Para istiyorlar derken yanlış olmasın. İstedikleri sadece bir lira. O bir lira bizim için ne kadar değersiz ama onlar karşılık olarak bir lira istiyor. Bir lira ya ! Bu kadar da gönülleri tok insanlar. ‘O zaman neden para istiyorlar?’ dediğinizi duyar gibi oldum. Çocuk bunlar ve şeker yemeye ihtiyaçları var. Hani bizlerin çocuklarımıza ‘fazla yedin’ diye yasak koyduğumuz bir yiyecek ! O çocuklar anne babalarından şeker yeme yasağı bile görmemişler oysaki. Belki de o sabah yiyecek ekmekleri bile yoktu.
Sokak boyunca ilerliyoruz ve Ali Amca ile karşılaşıyoruz. Bakliyat satan bir amca. Hikayesi o sattığı her bir bakliyat tanesi kadar değerli ve bereketli. Aynı zamanda onu elde etmesi kadar zor. Ne kadar kazandığını soruyoruz ve aldığımız cevap; bir lira. Patron zam vermedi diye işlerimizden istifa eden bizlere karşılık, günlük bir lira kazandığı halde dilinden şükrü eksik etmeyen Ali Amca.
Şimdi varın siz düşünün. Düşünün dedim ya, öyle kahvenizi elinize alıp evinizin penceresinden şehri seyrederek değil. Gidin Ali Amcamın yanına ve orda hayatınızı sorgulayın.
Şükür mü etmeli, lanet mi etmeli bilmiyorum ama bir iyilik bir umut demek. İyilik ise sadece para değil, bir tebessüm, tatlı bir sohbet. O halde bir nefeslik yaşamlara, bir nefeslik yaşamlarınızdan bir iyiliği eksik etmeyin.
Özge Şentürk
Bir cevap yazın